Kıtalararası göçleri sırasında Trakya ile Anadolu kıyıları arasındaki Marmara Adasının üzerinden geçen pelikan, turna ve leylek sürülerine her göç mevsiminde rastlayabilirsiniz.
Bir zamanlar sürüyü takip edemeyerek kışı Marmara'da ve Erdek'te geçirmeye mebur kalınca bir türlü paylaşılamayan pelikan Osman'ı unutmak ne mümkün!
Mevzubahis kuşlarla beraber veya ayrı olarak, adanın semalarını göç ederken süsleyen çeşit çeşit yırtıcı kuşu gözlemlemeniz de mümkün.
Mazide geyiklerin yaşadığı bereketli ormanların kökü artık nerdeyse kurutulmuş olmasına rağmen adada yerli tür olarak direnen kerkenez, baykuş, doğan, şahin hatta kartalları da unutmamak lazım; tavşanlar ve tilkiler de cabası.
Bir de av mevsiminin açılmasıyla, adalıların veya anakaradan gelen avcıların insafına kalmış bıldırcın, çulluk, üveyik ve keklik gibi türler vardır adada.
Bölgedeki kuş cennetlerine nispeten daha yakında bulunan, biraz ötedeki Paşa Limanı adasının ise kazların ve ördeklerin uğrak yeri olduğu bilinir.
Başka milletlerin kıskanacağı, böylesine bir zenginlik sözkonusu olduğunda mıntıkanın da kuş cenneti ilan edilmesi gerekmez mi?
Paşa Limanı'nın hemen güneybatısında bulunan Yer adasında, avcı siperi vazifesi atfedilmiş, kamuflajlı kulübenin kendi haline terk edilip yıkılmış olması kuşların şimdiden azaldığına işaret olmasın?
Yoksa bölgede hiç durmayan azgın yapılaşma, adaların yanıbaşındaki Karabiga'ya yeni kurulmuş termik santral, dünya çapında kontrolsüzce artan deniz trafiği ve Ağustos ayında Marmara adasının merkezini neredeyse yakacak kadar tehdit oluşturan yangın gibi faktörler kuşların da mı kökünü kurutuyor?
İsviçre'nin prestijli film festivali Locarno'da yine geçtiğimiz Ağustos ayında gösterilen Kuş Adası (L'île aux oiseaux/Bird Island) adlı belgesel, bilhassa Cenevre havaalanını kullanan uçaklardan muzdarip kuşların barınağına eğiliyor.
Filmin yönetmenleri Sergio da Costa ile Maya Kosa, belgesel ile kurmacayı harmanlayan bir dil tercih etmiş olmalarına rağmen, gezegenimizde insan ırkının günbegün daha fazla alanı işgal etmesiyle hayvanların yaşama alanlarının kısıtlanmasına sessizce ama etkin bir biçimde isyan ediyorlar.
Marmara Adalarını seven insanların bu ana kadar arşipelin zar zor muhafaza edilebilmiş özelliklerini bir süre daha duyumsamak istemeleri durumunda yapmaları gerektiği gibi!
Ada ahalisi değişiyor mu?
Çoğunluğunu mübadeleyle gelenlerin torunlarının oluşturduğu ve artık adanın yerlisi sayılan kasaba halkı bir yana, Anadolu'dan adaya yıllar önce yerleşmiş insanların varlığı biliniyor.
Ayrıca Marmara Adaları, genelde kaotik İstanbul'dan kafa dinlemeye gelenlerin yazlığı olarak da ün salmıştı geçtiğimiz senelerde.
Adanın kuzey yarısının hızla mermer ve muhtelif taş ocakları tarafından kemirildiği ve konuyla ilgili insan popülasyonunun varlığı da malum.
Son zamanlarda ada ve deniz coğrafyasıyla önceden hiç alakası olmamış insanların daha çok yerleştiği, gelen turist profilinin gittikçe değiştiği, hatta Bandırma veya Balıkesir sosyetesi temsilcilerinin, içkili olsa da iftarlarını balık restoranlarında açtığı dikkati çekiyor.
Adanın midye tavasına, midye dolmasına, ufak da olsa ahtapotuna, pavurya, ıstakoz, istiridye veya tarağına kim hayır diyebilir ki?
Çok da eski olmayan bir mazide adanın karasularına sokulan kılıç balıklarının artık esamisi okunmasa da, yasaklı trolden hallice algarna sistemiyle avlanan karidesleri de unutmamak lazım.
Marmara'nın İrlanda veya İskoçya'yı andıran granit kaya oluşumlarıyla bezenmiş dik yamaçlarında ise hayvancılık yapanların sayısı iyice azalmışa benziyor.
Neyse ki yılkı atları şimdilik sucuk olmaktan azade tutulup serbestçe koşturabiliyor. Peki adanın geçtiğimiz yıllarda parsellenip etrafı çitlerle çevrilmiş ve bölgenin çetin iklimine uygunsuz yerlere kondurulmuş ağaçlı mıntıkaların akıbeti ne olacak?
Bir de Marmara kasabasını daima tehdit eden, yerleşim alanının tam arkasındaki koca koca kayalar var. En ufak bir sarsıntıda veya erozyonla heyula gibi kaya parçalarının meskûn bölgede dehşet estirmesi zor değilmiş gibi gözüküyor.
Hele de yerleşim alanı ile sözkonusu kayalık mıntıka arasına takriben 25 sene önce dikilip serpilmiş çam ağaçlarının son yangında neredeyse tamamıyla yanmış olduğu düşünülürse!
Yangın faciası
Kuş Adası adlı belgeselde, Lozan şehri gibi Leman gölü kıyısında bulunan Genthod'daki kuş bakım ve adaptasyonundan sorumlu görevlilerin de aslında sürgün ve yaralı ruhlar olduklarını gözlemliyoruz.
Orası hem kuşlar, hem de insanlar için bir huzur adası, bir rehabilitasyon merkezi sanki. Marmara yangınının çıkmasına sebebiyet verdiği düşünülen kişinin de öylesine rüzgârlı bir günde, herhangi bir sebepten dolayı ateş yakması da aslında ruhsal bir dengesizliğe, bir akıl tutulmasına işaret sayılmaz mı?
Yoksa ülkede ters gittiğine inanılan bir dinamiğe karşı sembolik olduğu kadar rutin sayılabilecek bir intikam pratiğiyle mi karşı karşıya kaldık?
Sözkonusu kişinin arkadaki ormanla kesintisiz bağlantısı olan, etrafı tamamıyla yeşil alanla çevrili bir alanda yaşayıp ateş yakması, fiilin absürtlüğünü pekiştirmiyor mu? Ya yangına müdahale etmekle mükellef, adada konuşlanmış veya çevredeki kentlerden yetişen itfaiye ekiplerinin yetersizliği, acemiliği, beceriksizliği ve vurdumduymazlığına ne demeli!
Memleket çapında yangın söndürme çalışmalarının sınıfta kaldığı kesinleştiğine göre etkili müdahaleler için şimdiye kadar ne yapıldığına ve bundan sonra neler yapılacağına dair bigi sahibi olmak her vatandaşın hakkı değil midir?
Yangının, tam da bu yaz başka örneklerde olduğu gibi halkın çabalarıyla ancak ertesi gün söndürüldüğü yalan mıdır? Rüzgârın yönü, mucize sayılabilecek biçimde değişmediği takdirde, alevlerin jandarma binası dışında kasabanın başlıca geçim kaynaklarından zeytin ağaçlarını, hatta evleri yutmayacağını kim iddia edebilirdi?
Bu arada kaç kaplumbağa, kaç tavşan, kaç kuş hayatını yitirmişti? Vicdanımızı rahatlatmak için üzerine titrediğimiz kedi ve köpeklerin aksine, telef olmuş yabani hayvanları sayıp zararlarını tazmin eden var mı?
Betonlaşan memleket
Ormanlık alanların vasfını yitirmesiyle yurt sathında imara açılmak istenmesi artık sık sık karşımıza çıkan bir vaziyet değil midir?
Kasabanın, ada mimarisiyle hiç alakası olmayan, adanın boyutları gözönünde bulundurulduğunda İstanbul Hilton otelini andıran, Aba mevkiindeki devasa hastane binası bir yana, zaten ortalığı şenlendiren toki benzeri kat kat apartmanlarla serbestçe donatılmasının önü mü açılmak isteniyor?
Yoksa ada sakinleri yıllardan beri belediye başkanlarının tam da turizm mevsimi başlarken sokakları kazdırmalarına, çevre düzenlemesine girişmelerine akıl tutulması yüzünden mi karşı çıkamayıp sonradan muzdarip olmaktadır?
Birçok adalının ekmek kapısı çay bahçelerine gölgeleriyle değer katan asırlık çınarların köklerine gayet keskin olduğu bilinen, anakaradan getirtilmiş tavuk çiftliği gübrelerinin dökülüp ulu ağaçların yakıldığı unutulabilir mi?
Göstermelik sahil düzenlemelerinden, yakınlarda ekilmiş palmiyelerin gölge etme kapasitesi olmaması bir yana, çoğunun can vermekte olması başından ölü bir projeye işaret değil midir?
Hizmet açlığı içindeki halkımıza sorgusuzca dayatılan uygulamalardan, aylardır bitirilemeyen kanalizasyon şebekesi inşaatı kapsamında, kumsal plajlarla hemzemin rögarlar inşa edilmesi tek çare midir, yoksa tüm dünyada bilinen klasik plaj kültürüne sekte vurmak için mi düşünülmüştür?
Marmara'nın yüzyıllardır tüm dünyaya yaydığı nimetlerden mermere Çinli işadamlarının alakası yadsınamayacak seviyedeyken bu toprakların birilerine peşkeş çekilmediğinden nasıl emin olabiliriz?
Karabiga'da işlemeye yeni başlamış termik santral ve bölgedeki diğer benzer tesisler için, sadece boğazlarla diğer denizlere açılan ve nerdeyse kapalı sayılabilecek bir deniz olan Marmara'nın suyu ve havasına birilerinin kastı var denilebilir mi?
Bir zamanlar en üst seviyede ziyaretçileri ağırlamış, bazıları için hâlâ popüler olan turizm cennetlerinden Erdek ve Avşa bir yana, Ekinlik, Paşa Limanı, Kapıdağ Yarımadası köyleri ve Marmara adasının, bölgede inşa edilmesi düşünülen diğer santrallerin yıkıcı etkilerinden, çevre kirliliğinden, kanser belasından muaf kalacağı mı düşünülüyor?
Bu toprakları ve denizleri sorumsuzca sömüre sömüre nereye varılacak?
Gezegende herkes kıyamet alarmı verirken Türkiye bunun gerisinde nasıl kalabilir?
Masal mı, yoksa kâbus mu?
Filmin ana karakteri Antonin'in kuş bakım çalışmalarını takip ederken bir yandan da üst ses olarak yorum ve izlenimlerine vâkıf oluyoruz. Son zamanlarda yabanıl dünyadan misafirlerinin fazlasıyla arttığını üzülerek belirtiyor.
Robert Bresson'un Bir Köy Rahibinin Günlüğü'nden ve Marguerite Duras imzalı filmlerden esinlendiği söylenen belgeselde bir fabl havası da yok değil. Dolayısıyla iyileştikten sonra tabiata salınan bazı kuşların, çevrenin artık iyice agresifleşmiş şartlarına dayanamayarak barınağa geri döndüğüne inanıp inanmamak elimizde.
Fakat görünen o ki Marmara-Erdek-Karabiga üçgeninde otoriteye sorgulamadan inanmak, hatta tapınmak artık bir gelenek olmuş.
Büyüklükle başını bozmuş zihniyete uygun olarak Karabiga'daki santralin Türkiye'de ithal kömürle çalışan ikinci büyük santrali olması ruhlarımızı mı yatıştırıyor?
Marmara Adasının çevresine daha kaç balıkçı barınağı yapılması öngörülüyor acaba? Komşu Avşa'da senelerden beri iki kocaman beton limanın neredeyse atıl durması birilerine para kazandırmak için sömürülen megalomaninin çarpık ürünü değil midir?
Çevre hassasiyetimiz, bölgeden senede iki kez geçen pelikan sürülerinden sadece bir ferdin, yani pelikan Osman'ın geçici de olsa yerleşik düzene terfi edip 19 Mayıs törenlerinde soytarılık yapmasına izin verilecek ölçüde müsamahadan ve hadisenin muhtelif yayın organlarında manşetlere taşınmasından mı ibarettir? (MT/PT)