Hannah Arendt ve Güller Sokağı gibi filmlerle tanınan usta feminist yönetmen Margarethe von Trotta, Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Festival kapsamında filmlerinden bir seçki gösterilecek olan von Trotta, İstanbul Modern’de bir ‘masterclass’ verdi. Kadınlarla dolu bir salonda kendi ‘direniş alanlarını’ ve sinemasını anlattı.
14 Mart’ta başlayan Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali bu sene ‘Kadınların Sineması, Kadınların Direnişi, Direnişin Sineması’ teması ile gerçekleştiriliyor.
Yeni Alman Sineması’nın usta yönetmenlerinden Margarethe von Trotta, sadece filmleriyle değil yönetmenliğe giden yolda verdiği mücadelelerle de festivalin bu yılki temasını besleyecek bir birikime sahip.
Tarihin gölgesinde kalmış ya da öyküsü hiç anlatılmamış kadınların peşine düşen sinemasında Trotta, hep bir mücadele sürecini perdeye yansıttı. Sinema yazarı Alin Taşçıyan’ın moderatörlüğünde ve İstanbul Modern ev sahipliğinde bugün gerçekleştirilen ‘masterclass’ta Trotta, bir kadın yönetmen olarak kendi direnişini ve sinemasını anlattı. Salon, kadınlarla doluydu!
“İlk film yapmaya başladığım yıllarda, yani 1960’ların başlarında kadınların yönetmen olması düşünülemeyecek bir şeydi; oysa eşim Volker Schlöndorff ilk filmini 25 yaşında çekmişti,” diyerek söze başlayan Trotta, sektörün erkek egemen karakterinin değişmediğini vurguladı:
“Almanya'da bugün çok daha fazla sayıda kadın yönetmen var, fakat eşitsizlik hâlâ devam ediyor. Kadın yönetmen ve yapımcılara sağlanan olanaklar, erkeklerin önüne serilenlerden çok daha az.”
Trotta bu fırsat eşitsizliği ile savaşmak için genç kadın yönetmenlerle bir araya gelerek kurdukları Platformun, “tüm imkanların eşit dağıtılması, kadınların her yerde yüzde elli kontenjana sahip olması” gibi talepleri olduğunu, kamuoyunun oluştuğunu, ancak henüz yasal anlamda kazanım elde edemedikleri için mücadeleyi tüm hızıyla sürdüreceklerini anlattı.
Kadın sineması ve ‘gettolaştırıcı’ bir kavram mı?
Böyle bir ortamda, halihazırda “ikincil” bir konuma hapsedilen kadın sinemacıların, “kadın sineması” çerçevesinde varlıklarını sürdürmeye devam etmeleri durumunda, bu “ikincil” pozisyona hapsolmalarının daha da kolaylaşabileceğini unutmamak gerektiğini belirtti Trotta.
Bu izlenimin altında ilk yönetmenlik yıllarında başından geçen bir olay yatıyor. İlk sinemaya başladığı yıllarda Almanya’da bir kadın yönetmenle bir araya gelerek “bundan böyle kadın filmleri yapacağız!” şiarını benimsemişler. O yıllarda “kadın sineması” kavramını tıpkı bir mücadele sloganı gibi doludizgin sahiplenmişler.
Ancak zamanla bu kavramın kendilerini bir gettoya hapsettiğini, kendi sınırlarını kendilerinin çizdiğini fark etmişler ve bu kavramın içine sıkışıp kalmak istemedikleri için, “kadın sineması” kavramından vazgeçmişler.
Ancak bu kavramın bir kenara bırakılmasının, Trotta için kadın sinemacıların mücadeleden vazgeçmeleri anlamına gelmiyor.
“Kadın filmleri festivallerinin varlığını çok önemsiyorum. Fransa’da düzenlenen köklü bir festival olan Creteil’in bugün daha fazla kitleye ulaşması, erkek izleyicilerin gitgide artması, bu festivallerin başarılı olduklarının bir kanıtı. Öte yandan, kimi zaman büyük festivallerde kadın yönetmenlere yer verilmediğini görüyoruz.
''Böyle bir olay Berlin’de yaşanmıştı. Yarışmada tek bir kadın yönetmen bile yoktu. Ancak kadınlar ayaklandı ve büyük protestolar gerçekleşti. Daha sonra programcıların bu konuda özel hassasiyet gösterdiğini anımsıyorum. Hatta jüri başkanının da bir kadın olmasına yol açmıştı bu eylemler. Bu şu anlama geliyor: hiçbir zaman susmamalı ve sesimizi yükseltmekten vazgeçmemeliyiz. Bizim üzerimize de böyle bir mücadele düşüyor.”
Trotta’nın bu sözleri, kadın sinemacıların ve sinemaseverlerin her daim bir mücadelenin öznesi olduklarını ifade ediyordu.
Feminist tarih yazımı
Margarethe von Trotta, tarihin gölgesinde kalmış hatta neredeyse unutulmuş kadınların öykülerini yahut tanınmış kadınların bilinmeyen öykülerini perdeye taşımasıyla biliniyor.
Örneğin, 1981 yapımı Marianne ve Julianne, 70’li yılların ortalarında Kızıl Ordu Fraksiyonu’na bir kadın perspektifi sunuyordu. 1986 tarihli Sevgili Rosa’da Rosa Luxemburg’un mektuplarında keşfettiği kadını perdeye taşıyordu.
2001 tarihli Kehanet filminde, 11. yüzyılda yaşamış bir azize ve kadın besteci Hildegard von Bingen’i odağına alıyordu.
2003 tarihli Güller Sokağı ise, 1943 yılında toplama kamplarına sevk edilmek üzere bir binaya hapsedilen Yahudi kocaları için nöbet tutan kadınların direnişini anlatıyor, pek bilinmeyen bir tarihsel olaya ışık tutuyordu.
2012 yılında büyük başarı toplayan Hannah Arendt’te ise “Heidegger’in gözde öğrencisi”nden ziyade yaratım sürecinde bocalayan, kimi zaman aklı karışık kimi zaman ürkek bir kadın çıkıyordu karşımıza.
Von Trotta’nın o dönem eşi olan usta yönetmen Volker Schlöndorff ile birlikte yönettiği, ilk filmi Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’ndan bu yana her filminde kadınların yazılmayan tarihini perdeye taşıma arzusu gözlemlenir.
Trotta ‘masterclass’ta bunun bir tercih olduğunu ve kendisini bir temsilci veya sözcü gibi gördüğünü belirtti; ancak bir yandan da bu tercihin kendisi için bir kariyer planı olmadığını ısrarla vurguladı.
Trotta, filmlerinin hepsinin aslında bir karşılaşmadan doğduğunu belirtiyor. Kendisinin de sadece ve sadece geriye dönüp baktığında bir anlam çıkarabildiğini söylüyor. Bu bağlamda, özellikle ‘tarih’ kavramı ile kurduğu ilişkiyi anlatmak için verdiği örnek hayli etkileyici:
“Tarih anlayışımın zamanla nasıl evrildiğini, aslında geriye dönüp baktığımda üç filmimde net olarak görebiliyorum. Örneğin, Rosa Luxemburg filmini ele alalım. Rosa, Yahudi’ydi ama onun için bir sosyalist olmak, Yahudi olmaktan çok daha önemliydi her zaman. 1919 yılında öldürüldü ve Rosa’yı öldürenler gidip Hitler’in saflarına katıldılar. 2003 yılında Güller Sokağı’nda 1943 yılında yaşanmış bir olayı anlattım. Bu sefer kadınlar Yahudi değillerdi; ‘Aryan ırkından’ Alman kadınlardı ve Yahudi kocaları için mücadele ediyorlardı. Kocalarının toplama kamplarına götürülmek üzere alıkonulduğu bina önünde nöbet tutan kadınların sayıları öyle arttı ki, sonunda zafer kazandılar, kocaları serbest bırakıldı.
''2012'de Hannah Arendt’in 1960-64 yılları arasındaki dönemini anlatan bir film yaptım. Arendt, Eichmann davasını takip etmek üzere Kudüs’e gidiyor ve ardından bir değerlendirme yazıyor. Bu üç filme baktığınızda tarih anlayışımın nasıl evrildiğini, hayatımın belli dönemlerinde hangi kadın karakterlere yakınlaşarak ve onların öykülerini sindirerek ne gibi dönüşümler geçirdiğimi aslında görebilirsiniz.
''Rosa Luxemburg her şeye rağmen pozitif bakıyor, devrime inanıyor ve devrimle birlikte kurtuluşun geleceğini düşünüyordu. Ona göre tarih bir özne, harekete getirici bir güç olarak her şeyi bizden daha iyi biliyordu. Olması gereken elbet gerçekleşecekti. Rosenstrasse’de nöbet tutan kadınlar ise tarihe asla güvenmiyordu; tarihin acılar ve felaketlerle dolu olduğunu görüyor ve biliyorlardı. Tek istekleri, güçleri yettiğince, yeni bir felaketin kendilerini de tüketmesini engellemekti. Arendt ise filmde, “karanlık zamanlar” dediği bir döneme bakıyor ve bu dönemi analiz etmeye çalışıyordu. Tarihin kurtuluşa giden yola çıktığına inanan bir kadın, tarihin sadece felaketlerden örülü olduğunu düşünen kadınlar ve son olarak tarihi anlamaya çalışan bir kadın. Bu kadar net bir yay çizeceğim aklımdan geçmezdi.”
Bütün bunlar ışığında, son olarak, kendisinin iyimser olup olmadığı sorusuna verdiği yanıtla Trotta, bir yandan kötümser olup bir yandan direnişten vazgeçmememiz gerektiğini hatırlattı:
“Rosa kadar iyimser olduğumu söyleyemeyeceğim, ancak hâlâ film yapma şansına sahip olduğum için mutluyum. Benim kuşağımdan film çekmeye devam eden başka kadın yönetmen yok. Kadın yönetmenler olarak yapmamız gereken çok film var diye düşünüyorum.”
Konuşmasının sonunda, 1996'da İstanbul Film Festivali’ne jüri olarak geldiğinde İstanbul’da çok daha fazla sayıda sinema salonu olduğunu anımsadığını belirtti Trotta.
“O zaman daha fazla sinema salonu, yani izlemek istediğimiz filmleri gösteren daha fazla salon vardı. Bugünkü ziyaretimde bana söylenen, bu salonların sayısının giderek azaldığı... Bu şu anlama geliyor: Bizim çekmek istediğimiz filmleri gösterecek salonlar da azalıyor ve bizim alanımız daralıyor. Buna karşılık olarak, küçük ekranlarda ve evlerde film izlemeyi koyanları kabul etmiyorum. Sinema salonda izlenir,”
Usta yönetmen, sinemaların da birer direniş mekanı olduğunun (ve hatta belki de olması gerektiğinin) altını çizdi.
Margarethe von Trotta’nın filmlerinden bir seçki 26 Nisan’a kadar sürecek olan Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali kapsamında festival mekanlarında izleyiciyle buluşacak. (AÖT/BA)