Güzel yurdumuzda bu güzelliğe gölge düşürecek her şey yaşanıyor. Çok yukarılarda bir yerde, aklımızın yetmeyeceği dolaplar dönerken, sıradan insanların günlük hayatları önemsiz birer ayrıntı sadece. Gelin isterseniz biraz da gözümüzden uzak kalanlara bakalım. Geçen hafta yaşadığım iki diyalog ve iki insandan söz edeceğim: Biri taksici, biri ocakçı. Biri Mardinli, diğeri Dersimli.
***
Geçen haftasonu bir spor etkinliği nedeniyle düzenlenen basın gezisi kapsamında Mardin'e düştü yolum. Uçaklar rötar yapınca gece 01.00 sularında kente vardık. Mardin'in o güzel yemeklerinden tatmak için akşam öğünümüzü ufak atıştırmalarla geçiştirdik ama bir de baktık saat gece yarısını geçmiş.
Kentte her yer kapanmıştı haliyle, bir çorbacıyı dükkânı kapatırken yakaladık. Bir süre daha açık kalmasını rica ettik. Dükkân sahibi de polislerden izin istedi ve polis gözetiminde yemeğin başına oturduk. Güneydoğu'ya ilk defa gelen bir spor muhabiri, ocakçının yanına giderek kentin güvenli olup olmadığını sordu.
Adam bu sorudan öyle sıkılmış ki hepimize dönerek "Ağabeylerim, biz vallah terörist değiliz. Mardinliler terörist değil, etmeyin gözünüzü sevem" dedi. Öyle çok duymuş ki bu soruyu, nasıl teselli edeceğimizi şaşırdık. Ocakçı sözlerine devam etti: "Yok mudur adam öldüren, eli silahlı adam? Vardır. Sizin geldiğiniz yerde adam öldürmüyorlar mı? İstanbullular terörist mi?"
***
Görüyor musunuz? Ne kadar masum bir soru gibi görünüyor oysa: "Buralar güvenli midir?" Ne hâle gelmişiz, baksanıza. Çorbacıdan çıkıp otele dönerken, İstanbul'da kendimi uzunca bir sohbetin içinde bulduğum taksinin şoförü geldi aklıma.
Onun da çocukken terk etmek zorunda kaldığı kentin adı Dersim. 1990'da göç etmişler. Tarlaları ve hayvanları varmış ama yöredeki baskılar yüzünden babası malı mülkü satıp, İstanbul'a yerleşmiş. Onun arabasına da gece geç bir saatte, boğazdaki ihtişamlı eğlence merkezlerine yakın bir yerde bindim.
Arabaya binip inen insanların ağır parfüm kokuları araca sinmiş, bu nedenle alerjisi tutmuş, öksürüyordu. Camı çerçeveyi açtık, laf da lafı açtı, öyküsünü dinledim. O zamanlar örgüt, ailelerin kız çocuklarını birer haftalığına dağa götürüp, getir götür işlerine baktırır, yemek yaptırır, hizmet ettirir ve haftanın sonunda evine geri bırakırmış.
Bazen de bırakmazmış ya da giden kalırmış. Taksici anlatıyor: "Adam 'keleşle' geliyor. Babam kendi hâlinde bir adam. Nasıl vermeyeceksin evlâdını? Verince terörist oluyor devletin gözünde, kızının derdi cabası. Vermeyince var hâlini sen düşün. Yapamadı, kaçtı geldi İstanbul'a. Dayımı da çağırdı senelerce, dayım 'ben yaşayamam oralarda' dedi, gelmedi. Ayrı düştüğümüze mi yanarsın, ne haber gelecek oradan bilmiyorsun, ona mı yanarsın? Dayımlar çok zorluk çekti ama şimdi diyorum ki cesur olacaksın. Toprağını, memleketini terk etmeyeceksin. Memleketin mis gibi havasını bıraktık, burada parfüm kokusundan nefes alamıyorum. Her türlü mahkûm oluyorsun işte."
***
Türkiye çelişkilerin ülkesi. Memleketin cümle parkında tuhaf bir şekilde "Çimlere Basmak Yasaktır" tabelaları durur lâkin filler tepişirken ezilen çimenlik olur. Yukarıda ne oluyorsa aklımız ermiyor işte. Bırakalım şu "belgesel" haberciliği de artık yüzümüzü bu ülkenin insanlarına dönelim. Çimenlik çok ezildi, yıprandı. Artık onu sulayıp yeniden yeşertmenin zamanı gelmedi mi?(OY/EÜ)