Türkiye’deki gazetelerin Suriye’deki olayları ve hükümetin konuya yaklaşımını haberleştirme tarzına bakarak “Çok Şükür, Savaş Açtık” “Şükür Savaş Başladı” ve “Nihayet Beklenen Savaş!..” tarzı ifadeleri başlıklarda görmek hayli olası görülüyor.
Sabırsızlıkla beklenen ise bir savaş veya dozu yüksek bir çatışma ortamı. Bombaların patlayacağı, mermilerin uçuşacağı, binlerce insanın öleceği, çocukların anne-babasız kalacağı veya bir yetişkinlik dönemi geçiremeyeceği, sakatlanmalar ve ölümlerin kol gezeceği ortamlar…
O halde bu kadar mı insan olma ve insani değerlerden uzaklaştık da acı, gözyaşı, ölüm anlamına gelen savaş ve çatışmayı alkışlarla ve tezahüratlarla karşılama anlamına gelen başlıklara boğulup kalıyoruz. Bu kadar mı kana, ölüme, gözyaşına hasretiz!..
İranlı kadın şair Furuğ, kendi kaderini yansıtan Ortadoğu’nun yakın geçmişteki hazin öyküsünü şöyle dile getirir:
…
Evimizin bahçesi yalnızdır
Kapının ardında bütün gün patlama ve parçalanma sesleri
Geliyor
Bütün komşularımız bahçelerinde çiçek yerine
top ve tüfek ekiyor
Bütün komşularımız çinili havuzlarının üzerine örtü seriyor
ve çinili havuzlar
kendileri istemeden
barutların gizli depoları oluyor
ve sokağımızın çocukları okul çantalarını
el bombalarıyla doldurmuş
Evimizin avlusu şaşkındıve sokağımızın çocukları okul çantalarını
el bombalarıyla doldurmuş
Evimizin avlusu şaşkındı
…
Gazetelerin manşetleri de 17 Eylül tarihinde tıpkı diğer pek çok kriz veya savaş öncesinde olduğu gibi el bombalarıyla bezenmişti: “Vurduk”, “Sınır İhlaline Jet Yanıt”, “Esad al Sana Misilleme”, “Uyardık Dinlemedi”, “Misilleme” ve “Sınırı İhlal Etti Düşürdük”.
Kendimizi “bu coşkuya” kaptırıp bir adım öte taşırsak: Düşürmeyip de ne yapacaktık; elbette vuracaktık, sınır ihlaline seyirci kalamazdık ya… versiyonları ile savaş çığırtkanlığının enerjisiyle daha neler neler denebilir.
Ne de olsa Burhan Sönmez’in, Kuzey adlı romanında belirttiği gibi "Çocuklar yarım kalmış yolları tamamlamak için büyürken hangi babaya yenilgi yakışır ki?"
Sözcü’nün manşetinde Sönmez’in anlatmaya çalıştığının billurlaşır: “Uçağımızı düşüren Suriye’yi sınırı geçme vururuz diye uyarmıştık, dediğimizi yaptık” veya Yeniçağ’ın kavramlarıyla “Biz” ancak "Sınır İhlaline Füzeli Cevap” verebiliriz; başka türlüsü “biz”im gibi anlı-şanlı geçmişi olan bir topluma zaten yaraşmaz. “Biz”e dedelerimizin yenilgiyle Anadolu topraklarına çekildiği coğrafyalarda mağrur zaferler yaraşır ancak.
Hayli milliyetçi ve savaş-severlik kokan sözkonusu manşetlerin ülkemizde bu kadar rahatlıkla atılabilmesinin kökeninde bir yanda geçmişten gelen böylesi bir yenilginin zafiyeti diğer yanda ise yapısal olarak Türkiye’de gazetecilerin ve hatta aydınların siyasal iktidara her zaman yakın duran kültürel gelenekleridir.
Bu milliyetçi söylemlerin büyüsüne kapılanlar biliyoruz ki güçlü bir kimlik, aidiyet ve sosyal statü arayışında olanlar; işsizlik, geçim sıkıntısı gibi sorunları olan kesimlerdir. Dolayısıyla istihdamın artırılmadığı, çok iyi eğitimlerine rağmen işe giremeyen gençlik veya hem sembolik kadına ve çocuğa yönelik şiddetin hız kesmediği bir ortamda, halkın ağzına bir parmak bal çalmak gibidir milliyetçilik.
“Biz” tasavvuru güçlüdür çünkü yalnızlaşan pek çok sorunla boğuşmak zorunda kalan modern insanlar için güvenli görünür; hele ki demokrasi kültürünün gelişmediği, cemaat, aşiret gibi feodal ilişkilerin gelişkin olduğu yoksulluğun kol gezdiği ülkelerde halka sunulabilecek yegâne söylemdir.
Suriye konusunda hükümetin hayli yanlış bir politika izlediği, uluslararası ilişkiler ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden umduğu desteği bulamadığı açık. Moda kavramla “eziklik” psikolojisinin tavan yaptığı bir politik atmosferde, politik aktörler açısından en kolay kullanılacak ve yap(a)madıklarını ört-bas edip, yeniden kalabalıkların desteğini yanına çekecek politik bir söylem taktiğidir.
Politikanın enstrümanları açısından belki bu –onaylamadan- anlaşılır bir durum ama kendini “objektif, adil ve etil ilkeler” bağlı meslek grubu olarak tanımlayan gazetecilere ne oluyor? Barış gazeteciliğinin dillendirildiği her ortamda profesyonel gazeteciler tarafından dile getirilen ilk itiraz olarak “barış gazeteciliği diye yeni bir tür olamaz; gazetecilik barıştan yanadır, savaş kışkırtıcılığı yapılamaz” etik ilkesi hatırlatılır.
Uluslararası ve ulusal gazetecilik meslek kuruluşlarının etik ilkeleri referans verilerek, barış gazeteciliği ve barış dilinin gereğini işaret etmeye çalışan tüm çabalar “lüzumsuz görülüp, pek çok gazeteci tarafından eleştirilir.”
Profesyonel gazetecilik kodlarını ve savaş/çatışma propagandası yapmama ilkesini takip edersek savaş kışkırtıcılığını yapanlar istisnai kuruluşlar ve gazeteciler olması beklenir; ne yazık ki Türkiye’de gazetecilik pratiği ve manzarası karşısında bunu söylemek mümkün değil.
17 Eylül -daha niceleri sadece biri “Tam Gaz Bağdat” manşetini hatırlatalım- tarihinde gazeteler tam bir koro şeklinde savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar.
Münferit savaş-sever haber kuruluşları değil; Dilek Kurban ile Ceren Sözeri’nin anlatım gücü yüksek çalışmalarının başlığında olduğu gibi “iktidarın çarkında medya”. Ekonomik, siyasi ve kültürel olarak siyasal iktidar ile organik bağlar içerisinde olan Türkiye’nin ana akım gazeteleri siyasal iktidar arzu ettiğinde haberlerini bombalar ile doldurabiliyor; o bombalar atıldığında halkın ne halde olacağı, insanların bundan nasıl etkileneceği zafer nostaljisi ile unutturuluyor. (İC/HK)
* İncilay Cangöz, Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi, Doç. Dr.