Emperyalizmin insanlığa karşı gelişmesi karşısında, sadece Negri ve Hardt değil, birçok düşünür bir alternatif arayışına girişti. Geçen yıl bu zamanlarda, Bourdieu, içinde tanınmış bir çok aydının da olduğu "küreselleşme karşıtı uluslararası bir platform" için oldukça mütevazı bir metinle yola çıkmış ve metni tüm küreselleşme karşıtı, birey, hareket ve partilerin imzasına açmışlardı.
Wallerstein Mesih Olmaktan Kaçınca
Dünya sistemcileri de (Wallerstein, Arrighi vd.), neredeyse on yıldır "tarihsel kapitalizmin sonuna gelindiğini, bu sondan ya yeni bir imparatorluklar çağının doğacağını ya da eğer kapitalizm karşıtı devrimci hareketler başarırsa sosyalizmin kurulabileceğini" ileri sürüyorlar.
Bu tez, kısaca şu üç nedene dayanıyor.
* Kapitalizm, bir tarihsel sistem olarak bin yıla yaklaşan ömrünü doldurmuştur ; çünkü, ilk olarak sistem içinde demokratikleşme, bir talep olarak dünyanın her yanına yayılmıştır. Böylece, dünyanın her yanında, asgari yaşam koşullarını talep eden büyük çoğunluklar vardır.
* İkinci olarak, kırsallık ortadan kalkmıştır. Kapitalizm, bir sistem olarak dünya coğrafyasına yayılmış ve sisteme eklemleyecek toprak parçası neredeyse bırakmamıştır. Kapitalizmin temel mantığı, sınırsız sermaye birikimidir ve yayılmanın tamamlanması, yeni pazarların ve emek pazarlarının daralması, dolayısıyla sermaye birikiminin kesintiye uğraması sonucunu doğuracaktır.
* Üçüncü olarak, kapitalizmin yeniden üretimi için, alternatif maliyetlerin devletler tarafından üstlenilebilir olması gerekir. Kapitalistler, yeniden üretim için zorunlu büyük yatırımları bizzat gerçekleştirmezler, devletler bu yatırımları gerçekleştirir. Yine, sosyal harcamalar ve çevre kirliliği örneklerinde olduğu gibi, kapitalistlerin yarattığı alternatif maliyetler devletlerce karşılanır. Artık devletler bu maliyetlerin altından kalkacak durumda değillerdir.
Bu üç nedenden, tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin sonuna gelindiğini ileri sürmektedir, Wallerstein.
Wallerstein'in analizi de bir dizi soru yüklüdür. Ekonomi-politiğin birçok kategorisini tanımaz ve kapitalizmi bir sistem olarak analiz ederken sadece ve sadece dolaşım süreçlerine başvurur. Braudel'den devralınan tarihsel ve yöntemsel önemli bir eksikliktir bu.
Yine de Wallerstein, bu kadar kesin bir sonu öngörmesine rağmen mesihlikten kaçınmıştır. Kapitalizmin ardından gelecek şeyin ne olduğu konusunda olanaklardan öteye geçmek istemez ve kaygıyla konuşur. Eğer mücadele etmezsek imparatorluklar çağına döneceğimizi ima eder.
Sıkı bir devrimci ve eylemci tutumu olduğundan şüphe edemeyeceğimiz Negri ise, kaygıyı bir yana bırakarak, naif bir iyimserlikle, imparotorluk çağının içinde olduğumuzu ve artık yeni bir dünya kurmanın eşiğinde gezindiğimizi söylüyor.
Wallerstein'ın soğukkanlılığı yerine, Negri ve Hardt, komünizmi müjdeliyorlar, mesihçe... Adını, "materyalist teleoloji" olarak koyarak...
İmparatorluk Analizi: Gerçek mi?
Sweezy, İktisat Dergisi'nde yayınlanan bir makalesinde, kaygıyla, "görünmez el"in bir kez daha karşımıza çıktığını söylüyordu. Sweezy'e göre, finansal sermayenin küresel örgütlenişi bir kara deliği andırıyor ve bu kara delik karşısında gerçek hala uzağımızda duruyor. Sweezy, iki sonuçtan kesin olarak bahsedebileceğimizi öne sürüyor:
* İlki, finansal sermayenin mevcut hareket tarzı ve ulusaşırı örgütlenmesi karşısında, çokuluslu şirket yönetimleri iradelerini (bağımsızlıklarını) finansal sermayenin ulusaşırı yönetimleri yararına yitirmektedirler.
* İkincisi, aynı süreç, ulusal hükümetler için de işlemektedir. Ulusal hükümetler, finansal sermayenin ulusaşırı yönetimleri karşında her geçen gün daha bağımlı kararlar almaktadır.
Bu olgular, günümüz kapitalizmine ilişkin, bir dizi kuramsal belirsizlik karşısında, kapitalizm karşıtı hareketlerin ilk elden mücadele perspektiflerini yenilemeleri için elverişli bir başlangıç analizine dayanaklık edebilirler. Ancak sadece bu olgulardan bir "İmparatorluk" analizi ve buna bağlanan eskisi hilafına bir yeni komünist manifesto çıkarılamaz. Zira, Komünist Manifesto'nun anlattığı dünya, yazıldığı zamanın dünyasından çok bugünün dünyasıdır. Negri ve Hardt, eskisi hilafına konuşmuyorlar gerçi ama Marx'ın analizini, (kullandıkları yöntem ve yeni kavramlarla) artık dünyayı açıklayamaz hale sokuyorlar.
İmparatorluk'ta Negri ve Hardt, ekonomi-politik çıkarsamalardan daha çok, sosyal bilimlerde iyice yaygınlaşan bir disiplinler arası kurmaca ile, yaşadığımız dünyaya bir anlam vermeye çalışıyorlar. Kullandıkları kavramlardan, "piyasa", "emperyalizm", "teknolojik devrim", "sınıf mücadeleleri", "komünizm" gibi bildik kavramlar; İmparatorluk'taki analiz düzeni içinde, "İmparatorluk", "biyopolitik", "biyopolitik üretim", "biyoiktidar", "çokluk", "emperyal hak" gibi yeni kavramlar lehine içeriklerinden soyutlanıyor ve yok oluyorlar. Kavramların edindiği yeni içerik dünyayı açıklamaya yeter mi?
Emperyalizm Yerine İmparatorluk mu?
Emperyalizm kavramı ile, mevcut sınırlılıklarını reddetmeden söylüyoruz, yazarların gözlemledikleri değişiklikler kavranamaz görünmüyor. Ama sorun, zaten bunların kavranıp kavranmaması değil, sorun, dünyaya yeni bir anlam verme çabası.
Yazarlar, "İmparatorluk", "biyopolitik", "çokluk" gibi yeni kavramlarla birlikte yaşadığımız dünyanın anlaşılabileceğini umuyorlar. Finansal sermayenin mevcut hareketindeki belirsizlikler yanısıra, bilgisayarların hayatımıza bu denli girmesi, Lyotard'daki "bilgisayarlaştırılmış toplum" örneğinde olduğu gibi; iletişimin çok çeşitli kanallardan ve çok hızlı yayılması, Bauddrillard'daki "sessiz yığınlar", "simülasyon", "artık bir mesaj göndermeyen ve almayan kitleler" kavramlarında olduğu gibi, dünyaya şaşkınlıkla bakmayı getiriyor. Yazarlar bu şaşkınlıktan tutarlı bir sistem kurmaya evrildiklerinde, tumturaklı anti-kapitalist tutumlarının arkasından teorik bir teslimiyet belli belirsiz görünüyor. Elbette yazarlar post-modernist olarak nitelenemezler. Bu çok zorlama bir eleştiri olur. Hatta yazarların mevcut politik pozisyonları açısından, adlandırıldıkları gibi post-Marksist olduklarını iddia etmek de çoğu zaman zorlaşır. Yine de, "son tahlilde", kuramsal olarak nitelenmek istendikleri pozisyon post-Marksizm olarak yazarlar tarafından seçikleştirilmektedir. Elbette, bunu söylerken de, yazarların politik tutumları ile post-Marksizmin kurucu metinlerinden sayılan "Hegemonya ve Sosyalist Strateji" arasında gerçek bir uzlaşmazlığın varlığını görmezden gelemeyeceğimizi eklemek zorundayız.
Genel olarak Marksist yazında yazarların "biyopolitik" ve "çokluk" kavramları ile aşmak istedikleri olgusal gelişmelere ilişkin, hiç küçümsenemeyecek bir külliyat oluşmuştur. Bu külliyat karşısında yazarların gerçek bir sessizlik içinde oldukları, varacakları kestirme çözümler ve bir "yeni 68" için tezcanlı davrandıkları söylenebilir.
Biyopolitik kavramı, yine tanıdık "fordist" ve "post-fordist" üretim örgütlenmesi modellerini temel almakta ancak yine kavramlar bozunuma uğratılarak, İmparatorluk çağının neden bir önceki kapitalizmden farklı olduğu sorusunun yanıtı, açıkça, başka bir düzenek içinden, post-yapısalcı gelenekten beslenerek verilmek istenmektedir.
Sadece, Thompson'un, İngiltere'de İşçi Sınıfının Oluşumu adlı anıt eseri bile, sınıfın neden bir ekonomik indirgeme değil de bir toplumsal ilişki olarak anlaşılması gerektiği konusunda bize çok değerli fikirler verir. Keza, post-fordizm ve işçi sınıfının değişen yapısı konusunda, Wright'ın eserleri de içinde çok değerli bir Marksist külliyat vardır. Bütün bu külliyat içinde, yazarların analitik olarak önerdikleri "biyopolitik" kavramı, açıklamaktan çok karmaşıklaştırmaya yaramaktadır. Keza, aşağıda tartışacağımız çokluk kavramı da öyle...
Peki sadece bu, yani biyopolitik üretim tarzının varlığının savlanması, emperyalizmin aşıldığı ve imparatorluk çağına girdiğimiz tezini kanıtlamaya yeter mi? Ne değişmiştir? Başka bir deyişle, tarihsel bakıldığında Lenin'in emperyalizm teorisinin işlemediğini söylemek mümkün mü? Bunun için:
a. Bir dünya ekonomisinin her geçen gün daha çok bütünleşerek varolmadığını,
b. Bu dünya ekonomisinin ulusötesi bir yoğunlaşma gösteren tekellerin (kimileri, çok uluslu şirketler de diyor) ve bu tekelleri (en azından tercihlerini) her geçen gün daha çok denetleyen ulusötesi mali piyasaların oluşmadığını
c. Genel olarak mali sermayenin, artık sadece sanayi sermayesini (tercihleri etkilemek bakımından şirket yönetimlerini) değil, egemenlik haklarını sermaye birikiminin güvencelerini oluşturmaktan başka türlü kullanmaktan giderek daha çok men edilen ulus devletlerin hükümetlerini de sanki bir "gizli el" gibi (ama bu el, hiç de gizli değil tabi, IMF, Dünya Bankası vd. kurumlarda cisimleşecek kadar somut) düzenlemediğini,
d. Sermaye ihracının, emperyalist sömürünün temel bir yolu olmadığını ve
e. Sermaye grupları ve kapitalist devletlerin dünya pazarını paylaşmadığını ve iç rekabete dayalı olarak yeniden ve yeniden paylaşmak için bir hegemonya mücadelesi yürütmediğini ileri sürmek gerekir ki, olguların gücü bunu olanaksız kılacaktır.
Lenin, meşhur özetinde, emperyalizmin temel özelliklerini "(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu "mali-sermaye" temeli üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır." şeklinde sayıyor ve emperyalizmi, "tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir." diye tanımlıyordu.
Elbette, Lenin'in analizinin bazı gerçek sınırlılıkları vardır ancak bunlar, yazarların önerdiğinden daha çok değildir.
Ulus-Devletler Hala Bir Gerçek
İmparatorluk analizinin temel dayanaklarından biri ulus-devletlerin sahip oldukları territoryal iktidar bakımından çözülmekte oldukları tezidir. Negri ve Hardt, bu çözülmeyi, "emperyal hak"kın açığa çıkması ve kendi meşruiyetini kurması ile birlikte anlıyor ve değerlendiriyor. Emperyal hak kategorisi, açıkça, bir meşru imparatorluk iktidarının varlığını ima etmektedir.
Buna göre, Hardt ve Negri'nin "İktidar" konusunda yürüttüğü temel tartışma, ulus devletleri aşan küresel iktidar odaklarının (mekanizmalarının) ve "hak çerçevelerinin" (küresel hakkı kuran küresel iktidarların) oluştuğu yönünde, buna göre mesela BM Normları bunu gösteriyor, keza ulusaşırı mali örgütlenmeler de...
Yazarlar, ulusal devletlerin ötesinde (daha doğrusu üstünde, buradaki "üstünde"nin anlaşılması için, -hukukçular bilir- Kelsen'in Normlar Hiyerarşisi kuramına atıf yapıyor ve düzelterek kullanıyorlar), imparatorluk iktidar odakları (ya da küresel -emperyal- hakkı kuran küresel iktidarlar diyelim) oluştuğunu ileri sürmektedirler ki, olguların bize gösterdiği şey, gerçekte, kapitalist hiyerarşik devletler düzeni içinde Amerikan hegemonyasıdır.
Soğuk Savaş sonrasının ulus devletler düzeninin farklılaşması ile yazarların önerdiği niteliksel değişim arasında gerçek bir karşıtlık vardır.
Ulus devletlerin emperyalist hiyerarşi içinde yapılaşmış, kapitalist dünya ekonomisinin parçaları olması olgusu ise, tabii ki, çok daha eskidir. Kapitalizmin bir dünya ekonomisi olması kadar eski.
Yazarların kanıt olarak ileri sürdükleri olgular ise gerçekten göz ardı edemeyeceğimiz bedahetlerdir. Fakat, bir sistem analizi sadece ve sadece bedahetler üzerine kurulamaz.
Örnek Olay: Düşen Uçaklar
Burada uzun uzadıya analize tabi tutamayacağımız, dünyanın gündemini hala işgal eden ve edecek olan "düşen uçaklar", bu bedahetlerin en yakını sayılabilir.
Elbette, Negri ve Hardt'ın perspektifinden de bir yorum mümkündür; ama bu yorumun kaçamayacağı, temel soru, emperyal hak olarak görünenin gerçekte tek kutuplu bir emperyalist hegemonyadan gerçek bir fark içerip içermediğidir?
Bana göre, Hardt ve Negri'nin emperyalizmin aşıldığına ilişkin varsayımları bu eylem ile çökmüş bulunuyor. Varsayılan imparatorluğun merkezinde bile ulusal çıkarlardan bu kadar çok söz edilirken, emperyalizmin dışsallaştırılamamasından (İmparatorlukta dışsallaştırılabilir bir şey yoktur) söz etmek, açık ki, düşmanı görünmez kılmaktan başka bir şey değil. Üstelik yazarlar, mücadelelerin düşmanlarını tanımadıkları için bir iletişim kuramadıklarını açıklarken bu sonuçları çıkarıyorlar.
Uluslararası hukuk bakımından kabul edilemez olan Amerikan yaklaşımının (ki açıkça Amerikan ulusal çıkarlarını temsil ediyor), devletler düzeni (emperyalist hiyerarşi) içinde kabul görmesi, yine emperyalizmin dışsallaştırılabilir olduğunu göstermektedir. Bunun için emperyalizmden küresel mücadeleler yoluyla "düzenlenebilir" (siz, "iyileştirilebilir" diye okuyun) ileri bir tarihsel sisteme, İmparatorluğa geçildiğini söylemek mümkün görünmüyor.
Bu örnek olay üzerinden tarih, Amerikan Hegemonyasının yeniden tesisi yönünde bir gelişmeye şahitlik etmektedir. Ayrıca bu olgu, dünya (daha doğrusu kapitalizm) tarihinde tek de değil, en benzeri (Hardt ve Negri'ye de esin oluşturan) Körfez Savaşı olmak üzere bir dizi örnekten (hegemonya savaşından) söz edilebilir.
İletişim, Biyopolitik ve Yeni Düzen
Yukarıda biyopolitik kavramının sınırlılıkların söz etmiş ama bir polemikten uzak durmuştuk. Bunun en temel nedeni, Negri ve Hardt'ın yöntemidir. Kendi tarifleriyle bu yöntem, bir eleştirel bir de kurucu iki temel eksene dayanır.
* Eleştirel eksen, yapısöküm,
* Kurucu eksen ise, aslında bir yöntem değil,
bizzat İmparatorluk karşıtı kuruculuğu gerçekleştirebilecek yeni öznenin oluşturabilmesi için gerekli sistem analizidir. Yazarlar bunu şöyle tanımlıyor:
"Bunlardan biri, hegemonik dili ve toplumsal yapıları yerinden etmeyi ve bunu yaparak çokluğun yaratıcı ve üretken pratiklerinde yatan alternatif bir ontolojik temeli açığa çıkarmayı hedefleyen eleştirel ve yapısökümcü yaklaşımdır; ikincisi, öznellik üretim süreçlerini etkili bir toplumsal ve politik alternatif, bir yeni kurucu iktidar oluşturma yönünde geliştirmeye çalışan kurucu ve etik-politik yaklaşımdır." (s.72)
Bu yöntem açık uçludur ve toplumsal formasyonun açıklayamayacağı her düzeyini devrimci eyleme havale etmektedir. Materyalist teleolojinin temel ilkesini de buradan çıkarabiliyoruz. Keza, "Manifesto"nun, Komünist Manifesto'dan değil de Machiavelli'nin eserinden esinlenmesi gereği başka nasıl açıklanabilecektir?
Burada, en azından Balibar'ı hatırlatıp, Marx'ın felsefesinin de benzer bir açık uçluluk içerdiğini ileri sürecekleri duyabiliyorum. Marx, bu aşırı yorumları kesinlikle haketmiyor. Feuerbach Üzerine Tezler'in bize söylediği, epistemolojik sınanabilirlik kriterinin eylemin kendisi olduğudur, daha fazlası değil.
Yine de biyopolitik üzerine söylenebilecekler sadece bununla sınırlı değil.
Biyopolitik kavramı, kabaca, İmparatorluk düzeninde, denetim süreçlerinin içselleşmesini (Foucault'tan devralınarak), üretimin enformatikleşmesini, iletişimin artık bir üretim alanı olduğunu ve nihayet, maddi olmayan emeğin başat olarak açığa çıkışını kapsamaktadır. Bütün bu gelişmeler, yine yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, Marksist kuramın güncel sorunsallarını oluşturur. Negri ve Hardt'ın verdiği yanıt, sorunsalları açıklaştırmaktan ve bir sistem analizi için temel oluşturmaktan uzaktır.
Çokluk Sınıfı İkame Eder mi?
Yazarlara göre, genel zekanın açığa çıkışıyla emek gücünde radikal değişiklikler olmuştur. Emek gücünün radikal dönüşümü ve bilim, iletişim ve dilin üretici güce katılması bütün bir emek fenomenolojisini ve üretimin bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır. (s.370)
Emek gücünün yazarlara göre yeni olan bu niteliğinin aslında yeni olmadığını biliyoruz. Sadece, Kapital'de Marx'ın, daha o zaman, makineyi, birikmiş sermaye olarak analiz etmesi, bize, Kapital'de toplumsal ilişki içinde analiz edilen emek gücü ve emeğin bu nitelikleri taşıdığını gösterir. Yazarlar da bunu inkar etmeyecek, sadece Marx'ın bunu ileri toplumlar için varsaydığını söyleyeceklerdir.
Fakat sorun, başlı başına, sınıftan söz ettiğimizde, hala kapitalizmi aşacak bir toplumsal özneden söz ediyor oluşumuz ve toplumsal öznenin dünya-evrensel varlığı değildir. Sorun, bizzat, üretimin enformatikleşmesi analizi ile birlikte, bilim, iletişim ve dilin hiçbir dolayım olmadan bizzat üretici güce katılması ve yeni bir soyut emek türü (genel zeka) oluşturması analizidir. Bunun maddi gerçeklik karşısında başarısız bir soyutlama olduğunu kabul etmek zorundayız.
Sınıf oluşumu, sanayi proleteryasına indirgenemez ve yazarların da kabul etmekten kaçınmadıkları üzere, sömürü ilişkisinin bu oluşumun temeli olarak varolduğu gerçeği, emek gücünün radikal dönüşümü varsayımıyla aşılamaz. Yazarlar, sonuçta, birbirleriyle sürekli mücadele içinde biri proletaryadan diğeri burjuvaziden kurulu bir sınıf mücadelesi modelini (Foucault'un yaptığı gibi) kabul etmemektedirler. Yazarlara göre, artık dışsallaştırılamaz olan
emperyal iktidar karşısında "çokluk" vardır. Çokluk, Negri ve Hardt'ın tarihsel özne olarak en çok vurguladıkları ama en az açıkladıkları şeydir. Bu yüzden, sol post-yapısalcılığa yaptıkları atıfları veri kabul ederek, bunun, "hangi söylemsel çıkar varsayımına dayandığı önemsenmeden" dünyanın her yanına yayılmış emperyal iktidara karşı direnişler olarak yorumlanması yanlış olmayacaktır.
Emperyal iktidar dışsallaştırılamaz olduğu için, onun bir zayıf halkası yoktur; dünyanın her yerindeki mücadeleler emperyal iktidarı hedef alır ve bu emperyal iktidarın güçsüzlüğü, çokluğun ise gücüdür. Yazarların bu varsayımı, evet fazlasıyla devrimci eylemi kışkırtır ama kışkırtılan bu devrimci eylemin her türünün sistem karşıtı olduğunu ileri sürmek en hafifinden ütopik bir beklenti olarak nitelenmelidir.
Bunun ötesinde, yazarların eserlerindeki "çokluk", maddi bir güç olmaktan ziyade materyalist teleolojiye ait bir varsayım, ya da en azından yazarların umutlu diliyle söyleyelim ne zaman aktüelleşeceği belli olmayan bir "virtüel" olarak kalmaktadır.
Bu arada, belirtelim ki, yazarlar, çokluğu başka bir deyişle imparatorluk karşıtı politik özneyi betimlerken, bu betimlemede analitik olarak başvurdukları sol post-yapısalcı ya da post-modern yaklaşımların aksine, parçalayıcı ve yerelleştirici değil, aksine bütünleştiricidirler. Yazarlara bu yüzden, ne STK'lar (Hükümet Dışı Kuruluşlar; Sivil Toplum Örgütleri) ne de ırksal, kültürel vd. temele dayalı mücadeleler İmparatorluk karşıtı görünür. Aksine, bunların emperyal iktidarın sivil bekçileri başka bir deyişle meşrulaştırıcı ve bölücü aktörleri oldukları vurgusu belirgindir. Bu da olgusal bir bedahettir ve bu tür olgusal bedahetlerin tümünü yazarlarla paylaşmamak neredeyse olanaksızdır.
Bütünleştirme: Küresel Yurttaşlık ve Bağlı Talepler
Bir devrimci eylem çağrısının her zaman devrimci sonuçlarla nihayete ermeyeceği tarihsel bir gerçektir. Yazarların önerdikleri modelin sınırları, bu çağrının yeni dönemin reformizmi olarak nasıl şekilleneceğini açıkça gösteriyor.
İmparatorluğa karşı direnişin talepleri, küresel yurttaşlık, toplumsal ücret hakkı ve yeniden sahiplenme hakkıdır. Bu taleplerin talep olarak (sonuncusu hariç, zira sonuncusu talep olarak da ayrıca tartışmalıdır) reddedilmesinin politik bir karşılığı bulunmuyor. Bu yüzden bunlarla talep olarak ilgilenmeyeceğiz. Ancak bu taleplerin ileri sürülebilme koşulu olarak İmparatorluk varsayımını kabul etmek olanaksızdır.
Yazarlara göre, kapitalizmin feodalite karşısında ilerici olduğu anlamda, İmparatorluk Emperyalizm karşısında ilericidir. Bundan basitçe şunu anlayabiliriz; İmparatorluk bize daha ileri bir toplumsal düzeni gerçekleştirme olanaklarını yaratacaktır. Bunun için de sayılan bu taleplerle mücadeleye girişecek bir "çokluk" (toplumsal özne) vardır.
Burada, yazarların emperyal hak kategorisini hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bir hak çerçevesi, hukukçuların tartışmasız bir şekilde kabul edecekleri üzere, pozitifleştiğinde (yani toplumsal olarak meşru olduğunda) mevcut hakların sınırları hak çerçevesinin sınırları değildir. Bunu basitçe, kapitalizm içinde fiilileşen hakların tarihsel seyrinden izleyebilmek mümkündür. Yine hukuk literatürü ile konuşursak, negatif haklardan pozitif haklara genişleme ve bugün çevre ve konut hakkı gibi hakların tartışılabiliyor olması kapitalist hak çerçevesinin sınırlarının mevcut haklar olmadığını göstermektedir. Bu sınır, kapitalist hak çerçevesinin artık kapitalist olmadığı yere kadar uzanır.
Yazarlar basitçe bize, bunu hatırlatıp, emperyal hak çerçevelerinin bize sunduğu olanakları göstermektedirler. Tam da burada, yazarların ütopikliği, (belki de buna emperyalizmin artık ortadan kalktığına yönelik taşıdıkları safdilce inanç demeliyiz) belirmektedir.
Politik proje; açıkça küreselleşme reformizmidir. Yani, emperyal hak çerçevesinin, küresel yurttaşlık, toplumsal ücret ve yeniden sahiplenme hakkı ile yeniden düzenlenmesi için çokluğun uzama yayılmış mekansız mücadelesi...
Komünizm Mümkün ama Yeni Bir '68 Mümkün mü?
'68, artık kabul etmeliyiz ki, yeni solun devrimci eylemi fetişleştiren reformizmi olarak yaşandı.
Negri ve Hardt, bir çok anti-kapitalist gibi, kapitalizmin artık aşılması gerektiğine dair samimi inançlarını bizimle paylaşıyor ve hatta bunun için bazı yeni veriler de sunmaya çalışıyorlar.
Fakat, Negri ve Hardt'ın politik projesinden nihai olarak elimizde kalacak olan, yeni solun eylemi fetişleştiren reformizminden başka bir şey olmayacak. Bunun, bir fars olmaması için ise, yazarlara iman ve dua bir yol. Elbette, duadan fazlası da mümkün.
Küreselleşme reformizmini politik olarak tanımlamak ve onu rakip görmeden karşısına bir kez daha Komünist Manifesto ile çıkmak: "Yeni bir '68 hayaldir, Komünizm ise gerçek bir olanak!"