Hatırlama ve unutma edimlerini içinde barından bellek, toplumsal (tarihsel) bellek ve bireysel bellek olarak sınıflandırılır. Toplumsal yaşamda meydana gelen ve bütün toplumu ilgilendiren olaylar tarihsel belleği oluşturur.
Doğal afetleri, savaşları, göçü, askeri darbeler gibi, siyasi travmaları buna örnek olarak gösterebiliriz. Bireysel bellek ise, özel yaşamında bireyi etkileyen olayların yanında, toplumsal olayların bireyde yarattığı etkilerin sonucunda oluşan bellektir ve her iki bellek de birbirini tamamlar, bütünler.
100 yılını geride bıraktığımız cumhuriyetimizin toplumsal belleği, büyük travmalara yol açan askeri darbelerle yaralanmıştır. Bunlar demokratik yaşamın kesintiye uğradığı, insan hak ve özgürlüklerinin geçersiz kılındığı, 12 Mart 1971, 27 Mayıs 1960 ve hepsinin üstüne tüy diken 12 Eylül 1980 darbeleridir. 100 yıllık cumhuriyet tarihimizin neredeyse her kuşağı unutulmaz acılara yol açan askeri darbelerden birini mutlaka yaşamıştır.
12 Eylül 1980 darbesi onarılamayacak zararlar veren, toplumsal yapımızı kültürel, siyasal ve ekonomik anlamda, ayırt etmeksizin, bütüncül olarak dönüştüren önemli bir dönemeçtir. Bütün olumsuzluklarıyla 44 yıldır kesintisiz yaşadığımız bitmez bir yıkım sürecinin başlangıcıdır. Bugünümüzü de etkilemektedir. Yarattığı travmatik deneyim, üzerinden geçen zamanla birlikte büyümektedir.
İşte bu yüzdendir ki, 12 Eylül darbesinin zulmünü yaşayanlar hatırlamanın ve hatırlatmanın toplumsal bir yükümlülük olduğu gerçeğiyle, kişisel belleklerini toplumsal belleğe aktarıyorlar. Bunu roman, öykü gibi kurgusal edebi türde metinlerin yanında, gerçeklerin anlatıldığı anı türünde metinlerle de yapıyorlar.
Bellek çalışmaları açısından anı türü büyük önem taşır. Çünkü bütün sanat eserleri gibi anı da, yazarının yaşadığı dönemdeki siyasi, askeri, kültürel ve toplumsal hayatın işleyişine dair birçok ayrıntıya, ipuçlarına yer vermektedir. Nihal Ulusoy’un Kekeme Yayınlarından çıkan Mamak/Bende Kalanlar anı kitabı, toplumsal belleğe not düşen önemli kitaplardan biri. Ayrıca, bir kadın tarafından yazılan hapishane anıları olarak da, yazın dünyasında önemli bir yerde duruyor.
12 Eylül öncesinde, kadınlar her yerde vardı. Eylemlerde, grevlerde, dayanışmada, siyasal kavganın her alanında erkeklerle yan yana her yerdeydiler. Onlar da hayatın bugünkünden daha iyi, daha yaşanılır olabileceğine dair bir hayali erkeklerle birlikte kurdular ve bunun için verilen kavgada erkeklerle birlikte yer aldılar.
Darbe iktidarında erkeklerle birlikte onlar da tutuklandılar, onlar da işkence gördüler. Onlar da sakat kaldı ya da işkencede öldüler. Acı, zulüm erkeklerin payına düştüğü kadar kadınların da payına düştü. Onlar da horlandılar, damgalandılar, hapis yattılar. Ama sonrasında yazılanlarda, çizilenlerde birden bire görünmez kılındılar. 12 Eylül'e dair yazılan kitaplarda da kadınlar, sanki hiç olmamışlar gibi, yok sayıldılar.
Bu yok saymalara karşı, gerek bir araya gelerek, gerekse bireysel olarak kadınlar, toplumsal belleğe katkı olacak kendi kitaplarını yazmaya, tarihsel süreçteki izlerini görünür kılmaya karar verdiler.
Bir araya gelerek ürettikleri kolektif yapıtlara, bireysel yapıtlarını da eklediler. Kişisel belgeleriyle toplumsal belleğe katkıda bulundular. Nihal Ulusoy’un Mamak/Bende Kalanlar kitabı da bunlardan biri. Önemli bir anı kitabı. Tanıklıkları, yaşanmışlıkları, Mamak’ta kadın olmayı anlatıyor.
Kitap, Nihal Ulusoy’un bir kış gecesi ablasının evinden alınıp emniyete götürülmesiyle başlıyor, 2 yıl 2 ay sonra, bir bahar gecesi Mamak Cezaevinden çıkıp abisinin evine gidişiyle bitiyor. İlk bölüm emniyette işkenceyle geçen 60 gün sonrasında, kendisine ait olmayan, içeriğini okuyamadığı ifade tutanağını imzalamasıyla başlıyor. Sonrasında Mamak cezaevine gönderilmek için, arkadaşlarıyla bindirildiği minibüsteki duygu ve düşünceleriyle devam ediyor.
Nihal Ulusoy, o kısa şehir içi yolculuğunda eşlik eden polislerin hal ve tavırlarından duyduğu rahatsızlığı aktarırken, bir yandan da pencereden akıp giden görüntülerin yarattığı duygularını ilmek ilmek işliyor. Okuru yaşadıklarına tanık olmaya davetini, daha ilk satırlardan başlatıyor. Duraklarda bekleyenler, yolda yürüyenler, uçan kuşlar, yanlarından hızla geçtikleri ağaçlar akıp giden yaşamı hatırlatıyor Nihal Ulusoy’a. Gördükleri karşısında duygularını, “Ben hücrede gündüz geceye, gece gündüze karışmış, şiddetle nefes alıp şiddetle nefes verirken karlar erimiş, ayaz yerini ılık havaya bırakmıştı. … Yol boyu ağaçların bir kısmı yemyeşil, bir kısmı da renk renk çiçek açmış, rüzgârda salınıyordu. Beynim renkleri algılasa da yüreğimde bir kıpırtı hissetmeden bakıyordum, yeşile, beyaza, kırmızıya…” sözleriyle ifade ederken 60 günlük gözaltı sürecinin, üzerinde yarattığı tahribatın ipuçlarını veriyor.
Köy kökenli bir kadın olarak doğduğu andan itibaren doğanın coşkusunu hep hissetmiş, o coşkuyla var olmuş bir yazar Nihal Ulusoy. Minibüsün o küçücük penceresinden, akıp giden görüntülerde doğadaki zaman değişimini fark ediyor ama sonrasında yazdıklarıyla, yaşatılanların ağırlığında algılarının nasıl alt üst olduğunu bütün şiddetiyle okura da iletiyor. Kaybettiklerinin korkusunu “...gözlerim renkleri gördükçe emniyette içime yerleşen hiçlik büyüyordu da büyüyordu. … Yavaşça oturduğum koltuktan aşağı kaydım, … Koltuğun altında kaybolmak istedim” cümleleriyle ifade ediyor.
Anıları okumaya devam ettikçe, yapılan fiziksel ve psikolojik işkencenin farklı kişilerce farklı yöntemlerle sürdürüldüğüne tanıklık ediyoruz. Doktorundan, kadın polisine, kıdemli askerlerinden erlerine kadar, örgütlü bir kötülüğü ve yapılanların üzerinde bıraktığı duygusal etkiyi anlatıyor Nihal Ulusoy. Bütün bu kötülüklere, yapılan psikolojik ve fiziki şiddete karşı mahkûmların birlikte direndiklerini, dayanışma ruhunu kaybetmediklerini öğreniyoruz. Demir kafesteki tecrite, gözetlenmeye ve daha birçok onur kırıcı işkenceye karşı gösterilen dayanma gücüne ve direncine saygı duyuyoruz.
Kadın mahkûmlar dayanışmayı sadece kendi aralarında değil, erkek mahkûmlarla da gösteriyorlar. 1984 yılında erkek mahkûmların, tek tip elbise dayatmasına karşı başlattıkları açlık grevine kadınlar da katılıyor. Grevlere karşı yönetimin uyguladığı bütün kötü muameleler kadın erkek ayrımı yapmadan bütün koğuşlarda uygulanıyor.
Ne hazindir ki, küçük bir internet araştırmasıyla o tarihteki açlık greviyle ilgili araştırma yaptığınızda kadınların o eylemde yok sayıldığını, yapılan röportajların ya da yazılanların hemen hepsinin erkek söylemi üzerinden olduğunu göreceksiniz. Açlık grevine katılan kadınlar görmezden gelinmiş. Bu anlamda Mamak/Bende Kalanlar, cinsiyetçi tarih yazımında eksik kalanı tamamlayan anı kitaplarından biri.
Mamak’ta her şey yasak. Görüş yasak, kitap yasak, gazete yasak, kantin yasak ama her şeye rağmen dayanışmak, birbirine yaslanmak, güç birliği yasaklanamıyor.
Kitabı okuduğunuzda bu kadarı da olmaz diyeceğiniz işkence çeşitleri ve acılar karşısında kadın mahkûmların karşı koyma, direnme biçimlerine de tanıklık ediyoruz. Sözcük türetme oyunundan, ekmeklerin hamur kalmış içlerinden yapılan satranç taşlarıyla satranç oynamaya kadar yaratıcı eylemlerle ayakta kalmanın bin bir şeklini anlatıyor Nihal Ulusoy. Gülmenin, acıya sessizce katlanmanın, hatta bitlenmenin nasıl güçlü bir direnme şekli olduğunu, bu insani eylemlerin işkencecileri nasıl kızdırdığını, deli ettiğini de okuyoruz kitapta.
Nihal Ulusoy Mamak’ta kaldığı sürece kendisine yoldaşlık eden şarkılardan, türkülerden de örnekler vermiş. Onların güçlendirici, yüreklendirici etkisine, yarattığı güçlü duygulara sizi de ortak ediyor. O, “Bugün Pazar, Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” derken, siz eksik dizeleri tamamlıyorsunuz. Anlatı boyunca acılarına katık ettiği, “Çamlığın başında tüter bir tütün/Acı çekmeyenin yüreği bütün,” türküsünü ve diğerlerini söylerken siz de eşlik ediyorsunuz.
"Mamak / Bende Kalanlar" kitabı, tarihsel belleğimize katkı sunacak edebi bir belge. O dönemi yaşayan, yaşamayan herkese anımsatacağı çok şey var. Mutlaka okunmalı.
Son sözleri Leke şiirinin son dizeleriyle Gülten Akın’a bırakırken, anılarıyla toplumsal belleğimize katkı koyup unutmamızı önleyen Nihal Ulusoy’a ve ona yoldaşlık eden, direnen, kavgayı bırakmayan bütün kadınlara selam olsun diyorum.
Öğrendik de körmüş, sanki yokmuş
ne yol, ne bir geçip giden
ne kaydını tutan geçip gidenin.
Dediler ki,
onları kilitle, anahtarı eski yerine bırak
oysa
utanılacak bir şeymiş, öyle diyor Camus,
tek başına mutlu olmak
sesler ve öteki sesler, nerede dünyanın sesleri
leke dokuya işledi
susarak susarak.
(SY/EMK/AS)