Kapıda durduruluyorum. Koruma görevlisine bilgilerimi veriyorum. Nazikçe beklememi rica ediyor ve bir dizi telefon görüşmesi yapmaya başlıyor. Arabamdayım, etrafıma bakınıyorum.
Sarı tutukevinin avlusunu kuşatan, kafesi andıran sarı parmaklıklar ilk basın turuyla buraya geldiğim 2006'dan beri hayli paslanmış. O gün bugündür burası zorlu koşullardan ve kendilerine yapılan muameleden şikayetçi tutuklu göçmenlerin sayısız protesto ve 'ayaklanmasına' şahit oldu.
Askeri bir arazi arabası bana doğru geliyor ve kadın göçmenlerin tutulduğu gözlerden uzak "Sarı Ev"e kadar bana refakat ediyor. Birkaç hızlı formalitenin ardından, güvenlik görevlisi demir kapıyı açıyor.
Tel örgü ile çevrelenmiş bir verandada duruyorum. Koridorun diğer ucunda, dört genç kadın bir şiltenin üzerinde yayılıyor.
Diğerleri ise, çevredeki parmaklıklara çamaşır asmak, kahvaltıdan kalanları kaldırmak ve diğer işleri yapmak için koşuşturuyorlar; bazıları bakışlarıma karşılık vererek bana dik dik bakarken, bazıları gülüşüyor, diğerleri ise kaşlarını çatıyor.
Henüz çevremi kavramaya bile vakit bulamadan gürbüz bir Nijeryalı genç kadın, "Siz kimsiniz?" "Ne istiyorsunuz?" diye soruyor. Kot pantolon ve kırmızı bir tişörtün üstünden üzerinde büyük duran kürk bir manto giyiyor.
Karşımdaki sahte kürkün içinden gelen ses kesinlikle düşmanca. Refakatçi asker araya girerek buraya geliş amacımı açıklıyor. "Televizyon odasında" konuşmamız üzerine mutabakata varıyorlar.
Aralarında konuşuyorlar, benimle değil
Onlar masalara oturuyor, ben ise rahatsız edici bir mesafede yalnız başıma oturmak zorunda kalıyorum. Buzları eritmek ve gerilimi azaltmak çabası ile yanımızdaki askerden, beni karşımda oturan bu onbeş kadar göçmenle yalnız bırakmasını istiyorum.
Sol tarafımda, Somalili, Eritreli ve Etyopyalılardan oluşan utangaç bir grup kendi arasında konuşuyor. Kimileri, gruptaki diğerlerine tercüme yapmaya çalışıyor. Karşımda ise, oldukça iyi İngilizce konuştukları için grubun lideri konumunda olan Nijeryalılar var.
Bana isimlerini, yaşlarını ve hangi memleketten geldiklerini söylemeyi reddediyorlar. Çoğunun oradaki varlığımdan sinirlendikleri ve rahatsız oldukları gayet açık şekilde fark ediliyor.
Gazeteciye konuşmak durumu değiştirmiyor
Sebebini soruyorum. Daha önce sayısız gazeteciye hikayelerini anlattıklarını, ancak durumlarının değişmediğini söylüyorlar. Tutuklu olmaları için bir neden göremiyorlar.
Kimileri 16 aydan fazladır tutuklu olduğunu iddia ederken, diğerleri, Libya'daki durumlarının Malta'dakinden daha iyi olduğunu söylüyor. Bana tekrar tekrar benden önceki gazetecilerin durumu değiştirmekteki başarısızlığını hatırlatıyorlar.
"Nasıl bir değişiklikten bahsediyorsunuz?" diye soruyorum.
"Özgürlük! Kapıları açın - biz suçlu değiliz."
Çaresizliğimi ve böyle şeylerin beni çok aştığını anlatmaya çalışıyorum. Odayı terk ederek beni boş not defterimle baş başa bırakıyorlar.
Merkeze bir saatlik bir ziyaret izni almam neredeyse altı haftamı almıştı. Bu genç kadınlar ise on dakikadan az bir sürede ağzımın payını veriyorlar.
Arabamı eve doğru sürerken zihnim hayal kırıklığı ve hüsranla mücadele ediyor, olayların neden böyle geliştiğini anlamaya çalışıyorum. Sessizliklerini bir perspektife oturtunca, hissettiğim hayal kırıklığı yok oluyor.
16 aylık tutukluluk
Herkesi ve her şeyi geride bırakarak, insanca kabul edilebilir yaşam koşulları aramak için karayı, çölü ve denizi geçtikten sonra 16 aylık tutukluluk ile benim altı haftalık bekleyişim karşılaştırılamaz.
Kuzey Afrika kıyılarından ayrılarak Avrupa'ya gelen göçmenlerin çoğu Somali, Sudan, Etyopya, Eritre, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Fildişi Sahilleri, Nijerya ve siyasi istikrarsızlık, kabile ve dinler arası hoşgörüsüzlük, çatışma ve sefaletin günlük hayatın bir parçası olduğu diğer ülkelerden geliyorlar.
Hüsranım, kızların sessiz kalma kararını bir perspektife oturtunca sönüp gidiyor. Onların sessiz protestoları, Maltalıların veya aslında Avrupalıların göçmenler konusuna doğru eğilip eğilmedikleri sorusunu gündeme getiriyor.
Avrupa Birliği (AB) kıyılarına ulaşan birçok mültecinin, sığınmacının veya ekonomik göçmenin ne kadar kötü bir durumda olduğunu anlıyor mu?
Gerçekten AB, bu insanların durumuna yardımcı olmak için çok az siyasi irade gösterdi. Bunun yerine, 2003'te, Kaddafi'nin Libya'sına, kıyılarından Avrupa'ya doğru yola çıkan gemileri durdurmak, tutuk evleri oluşturmak ve göçmen adaylarını ülkelerine geri göndermek için 20 milyon Euro verildi.
Bu, Fortress Europe blogunun sahibi Gabriele Del Grande gibi gazeteciler tarafından kapsamlı şekilde belgelendi ve kınandı.
İçeri Giriş
Yasadışı göç, iki ana unsura bağlıdır: hayatları için endişe eden ve daha iyi ve insanca koşullar arayan insanların sürekli mevcudiyeti ve insan kaçakçıları veya passeur'ler. İlgili iktidar çevreleri ile nasıl iş yapacaklarını bilen veya sadece insanları acımasız araziler ve sınırlardan geçirme imkanı, ahlaki değerleri hiçe sayan insanlar, çeteler ve organizasyonlar...
Bir göçmenin yola çıkış noktası, bir ülkedeki durumdan diğer ülkedeki duruma göre değiştiği için çok farklı olabilir.
Bazı aileler, aralarından bir tek kişinin bu yolculuğu ödeyebilip Avrupa'ya gidebilmesi için yıllarca para biriktiriyor. Bu kişi, Avrupa'da bir iş bulup ailesine para gönderecek ve sonuç olarak, ailesi de onun yanına gelebilecek.
Diğerleri ise, ellerinde avuçlarında çok az şeyle ülkelerini terk edebiliyor; özellikle de çatışma ve savaş kapılarını çalınca ve hayatlarını tehdit etmeye başlayınca...
Tüm bunlar teoride aşırı derecede basit. Bir talep ve bu talebi karşılamak için de bir arz var. Ancak pratikte, gerçekler çok daha karmaşık ve son derece trajik.
Pratikte, binlerce kişi ölüyor, çölde yok oluyor, susuz kalıyor veya Akdeniz'de boğuluyor. Yolculuktan sağ çıkacak kadar şanslı olanlar ise, istismara ve aşağılanmaya çok açık şekilde yaşıyorlar.
Tabii, hayatta kalan göçmenlerin zihnine kazınan psikolojik izler ve travmadan hiç bahsetmiyorum bile...
Malta
Kendisini Malta'da bulan göçmenlerin çoğu bu küçük adanın adını bile duymamışlardı. Çoğunluğu, kuralları birbiriyle savaşan çetelerin ve savaş beylerinin koyduğu kanunsuz bir ülkeden kaçan Somalililerdi.
Denizde günlerce amaçsızca sürüklendikten sonra buraya varıyorlar. Sıklıkla, kendilerini neyin beklediği konusunda hiçbir fikirleri yok ve çoğunun kimlik belgeleri de yok.
Adaya çıkar çıkmaz kaydediliyorlar ve kendilerine, gelişlerinin "yasadışı" olduğu söyleniyor. Onlar da, koruma ve siyasi sığınma talep ediyorlar. Bu arada, adadaki dört tutukevinden birinde tutuluyorlar.
Mülteci Komisyonu'nun önünde yığılmış olan dosyalar ise bu kişilerin, ilk "mülakatları" için aylarca beklemeleri gerektiği anlamına geliyor. Azami tutukluluk süresi 18 ay. Bunun ardından, göçmenlere sıklıkla geçici ikamet izni, yoksulluk yardımı ve çalışma izni veriliyor.
Akdeniz'in diğer yerlerinde olduğu gibi, Malta'daki tutukluluk koşulları da çok ağır. Göçmenleri bir yere kapatma fikri, yerel sivil toplum örgütleri, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri ve İşkenceyi Önleme Komitesi tarafından defalarca kınandı ve eleştirildi.
Göçmenler serbest bırakıldıklarında ya adada kurulan açık merkezlerden birinde kalacak bir yer buluyorlar veya alternatif konut bulmaya çalışıyorlar. Genel olarak, Malta'daki Afrikalı göçmenler berbat bir yoksulluk içinde yaşıyorlar.
Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu tarafından Aralık 2007'de yayınlanan bir rapora göre, "Maltalı yetkililer, tüm bu göçmenler için sistematik bir tutuklama politikası uygulamaya koydular.
Bu politika, sadece söz konusu insanların haklarına saygıda değil, bu insanların suçlu gibi algılanması ve genel nüfustaki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı seviyelerinde de olumsuz sonuçlar doğurdu.
Bu algılar, kamuoyu önünde göç konusunda yapılan ve odağında insan hakları ve insanlık onuru olmayan siyasi tartışmalar ile de desteklendi.
"Yasadışı göç" konusu, organize sağ aşırı grupların da ortaya çıkması için bir platform oluşturdu.
Göçmenler, sığınmacılar, insani yardım kapsamındaki insanlar ve mülteciler farklı hizmetlere ulaşımda ırksal ayırıma ve çoğunlukla yasadışı olarak istihdam edildikleri iş piyasasında da sömürülmeye çok açıklar." (GC/EAY)
* Gilbert Calleja'nın metnini Esra Aygın Yalgın İngilizceden Türkçeye çevirdi. Fotoğraflar: Gilbert Calleja (Haziran 2010)