Usta öykücü Berna Durmaz’ın geçtiğimiz ay İletişim Yayınları’ndan çıkan son öykü kitabı Metal Hayatlar, yazarın şimdiye kadarki en iyi çalışmalarından biri. 2014 yılında “Bir Fasit Daire” adlı hikâyesiyle Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Durmaz, Karayel Üşümesi’nin ardından çıkan bu yeni kitabında hayat denilen aldatmacayı sorgularken, bir yandan da okura hayat üzerine düşünmek için yeni alanlar açıyor. İlk öykü kitabı olan Tepedeki Kadın’da kendisine kasabayı ve taşrayı merkez alıp burada yaşayan insanların sıkışmış hayatlarını anlatan yazar, Metal Hayatlar’da bu kez kasabanın bağrından çıkıp şehrin merkezine geliyor.
Şehir, Metal Hayatlar’da kolları her yana uzanan, bir türlü içinden çıkılamayan, büyüdükçe büyüyen, adeta ekümenopolis benzeri, ucu bucağı olmayan bir yapı gibi. Taşradan büyük umutlarla şehre gelmiş, kazancını ikiden üçe çıkarma peşinde, modern metropolün dönen çarkları arasında gün içinde ezilmeden her akşam tekrar evine dönebilmeye çalışanların ve bu savaşı her gün verenlerin hikâyesi anlatılanlar. Şehrin keyfini sürenler gözükmüyor ortalarda; onların varlığından öte, gölgeleri bile ulaşmıyor bu kenar mahallelere çünkü. Bu insanlar şehrin yükünü çekenler... Birileri mutlu hayatlarını yaşamaya devam edebilsin diye yapılması zorunlu olan pis işleri yapan emekçiler onlar. Şehir onların omuzları üzerinde yükselirken, yukarıdan aşağıya dökülen kırıntılarla idare etmek zorundaki küçük insanlar. İşte Berna Durmaz, bu sıradan insanların sıra dışı yaşamlarını büyük bir ustalıkla kaleme almış Metal Hayatlar’daki kısa öykülerinde. Kısa ama vurucu öyküler bunlar, her biri birer demir leblebi adeta; küçük fakat yutması zor.
Sıra dışı yaşamlar dememiz boşa değil. Onların sıra dışılıkları başka: Her akşam işten eve dönerken yağmur birikintileriyle dolmuş çukurlara basmadan otobüse ulaşabilmeyi başarmak, parmaklarını fabrikada çalışırken kaybettiği halde metal makineler içinde çalışabilmeye devam etmek, mahallenin boş kalan tek arsasına o çirkin gökdelenlerden dikilen semtlerde gökdelenlere çarpıp ölen kuşlara aldırmadan yürüyüp devam etmek gibi “imkânsız” şeyleri başaran insanlar onlar. Berna Durmaz’ın kitaptaki öykülerinden birine “Demir Çağı” adını vermesi öyle rastgele bir tercih değil. Devir, artık Marinetti gibi fütüristlerin öngördüğü makine çağıdır ve bu dönemde insanlar mekanikleşip sistemin dönen çarklarından biri haline gelmiş, kendine ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşmış, istatistikler içinde kaybolmuştur. Şehirde inatla var olabilme mücadelesi veren, üzerine beton dökülmüş, metalle kaplanmış hayatlardır yaşanan, çıkışsız ve tutsak.
Ancak ara ara bu tutsak hayata başkaldırmaya çalışan, ev içi yalnızlıklarından kurtulmaya karar veren insanlar da ortaya çıkar. Kitabın en iyi öykülerinden biri olan “Kapan”da böyle bir kadını anlatıyor Durmaz. Daha hayatı tanımadan ailesi tarafından evlendirilen, baba evinden koca evine şehre hiç karışmadan taşınan bir kadının öyküsü bu. Şehri sadece pencereden gördüğü kadarıyla tanıyor, hayata bakışı o dar perspektifle sınırlı; iç dünyasıysa alabildiğine zengin. Evde kedisiyle birlikte gün boyu hayal kurup oturmakla geçen bir ömür onunki. Dış dünya hem korkulan, hem de merak edilen bir yer onun için. “Dışarısı bir dünya curcuna. Ne acelesi varsa, açılmış kabak çiçeği gibi, soyunmuş dökünmüş pirüpak sabah. Şehrin çocuğu, yaşlısı, çalışanı dökülmüş sokaklara... Gün başladı ya, durmayın evlerinizde. Doldurun sokakları, otobüsleri, binaları. Akın akabildiğiniz kadar oluk oluk. Delin, deşin, parçalayın yerin yüzünü. Derinine temel atıp, bıçak gibi saplayın toprağın karnına binalarınızı. Camlar, metaller giydirin üzerlerine ki ışısın... Bahçe zararlıları gibi kıymık kıymık, parça pinçik her gün, her saat, düzenli yiyip bitirin dünyayı. Bu yüzden bu sabahın erkeninde kalkmalar.” Dış dünya ona böyle gözükür penceresinden. Kocasını sever, kurduğu evden dışarı açılma hayallerinde kocası da yanındadır hep. Ama kocası her seferinde onu hayalkırıklığına uğratır. “Dışarısı çıkılacak gibi değil”dir eşine göre. Kocasının bu tepkileri başını önüne eğer her defasında, her sabah evden çıkmayı hayal eder, her akşam başka bir güne erteler bu fikri kadın. Öykü de bu rutin içinde sona erer. Ama öykü gerçekten bitmiş midir? Hikâyenin sonunda kedisinin kulağına “Merak etme, bir gün birlikte çıkacağız bu evden” diye fısıldayan kadın için, öykü aslında burada bitmemiş, olsa olsa ara vermiştir. Belki sonunda bir gün o evden çıkmayı başarır umuduyla çevirir sayfayı bir başka öyküye okur.
Berna Durmaz, kurgudaki başarısının yanında, dili kullanışıyla da ustalığa ulaştığını gösteriyor bu kitapta. Doğru kelimeleri seçmenin öykü yazmada hayati bir öneme sahip olduğu düşünüldüğünde, yazar öykülerindeki kelime tercihleriyle en vurucu etkiyi yakalamayı başarıyor. Fazlalıklardan arınmış bir dil Durmaz’ınki, dingin ve rafine. Kelimeleri ilk akla gelen anlamlarının ötesine taşan bir şekilde kullanan yazarın dilinin vurucu ve sarsıcı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Berrak anlatımı, sahip olduğu dil hazinesini bütün zenginliğiyle okurun karşısına çıkarıyor her bir öyküsünde.
Berna Durmaz, edebiyatımız için önemli bir ses. Her yazdığıyla kendi koyduğu çıtayı biraz daha aşan Durmaz, Metal Hayatlar’da her okuyanın kendinden çok şey bulacağı öyküleriyle bir kez daha kendisinden bekleneni fazlasıyla veriyor. Metal Hayatlar bu açıdan, asla ıskalanmaması gereken önemli bir yapıt. (AH/AS)
* “Metal Hayatlar”, Berna Durmaz, İletişim Yayınları, Ekim 2018, Kapak: Suat Aysu.