Uzun zamandan beri yalnızım. Düzenli olarak görüştüğüm eski arkadaşlarım, yeni tanışıp heyecanla dostluk kurduğum insanlar yok değil, fakat yıllardan beri duygusal bir ilişki kuramadım, cinsel hayatım adeta sekteye uğramış durumda…
Belgesel festivali için 6. kez Selanik'teyim; eskiden obsesif şekilde festivallerdeki gösterimlere dadananlar hakkında "Özel hayatında iyi gitmeyen bir şeyler olmalı!" diye fikir yürüttüğüm insanlardan birine dönüşeli çok zaman oldu ama benim mazeretim var: "Düzenli olarak belgesel sinema hakkında yazıyorum!"
Festivalin ilk günü edindiğim kataloğu hevesle inceleyip tüm programı gözden geçiriyorum. Cesur bir adım atarak tüm biletlerimi ilk günden alıyorum, sonradan telafi edilebilecek bir durum olsa da o andaki ruh haline uygun olarak yaptığım seçimlerin ilerleyen günlerin ilgi alanları ve yorgunluğuyla uyumsuz olabileceğini bile bile!
Fakat böylesi daha rahat, her gün: "Bugün ne seyretsem?" diye yanımda taşımadığım koca kataloğu otelde karıştırmaya vaktim bile olmuyor, bir seanstan diğerine koşuyorum, özel hayata zaman ayırana aşk olsun!
Yunanistan'da ıslahevi
10 günlük festivalin yarısı bitmiş durumda, Çarşamba sabahı içeriğini kesinlikle hatırlamadığım bir belgeselin gösterimi için tekrar favori koltuğuma kurulmuş durumdayım. Filmin başında belgeselin Onassis Vakfı'nın desteğiyle çekildiğini görünce hayal kırıklığına uğruyorum, kabul edilebilir bir kalitede olma garantisine eyvallah, fakat filmin belirli bir amaca hizmet ediyor olma ihtimali yüksek diye düşünüyor, komşu yapımı anarşist ruhlu bir eserle karşılaşmayacağım kesin, diye aklımdan geçiriyorum.
Derken ilk sahnelerle belgeselin genç erkeklere yönelik bir ıslahevinde geçtiğini, mahpusları "ıslah" etmek üzere eskiden aktör olan bir yönetmenin inisiyatifiyle onlara tiyatro oyunculuğu yaptırıldığını hatırlıyorum. Toplumun dışına itilmiş genç erkeklerin topluma tekrar kazandırılmasına yönelik çabaları, zayıf anlarında bir hata yüzünden hapse düşmüşlerin mahpusluk döneminin faydalı bir sürece dönüşmesini izleyeceğiz yine, diye düşünürken "Çok didaktik olmasa bari!" diyorum içimden. Üstelik hapishane ortamında ışık da gayet soğuk, renkler benim için estetik olmaktan gayet uzak.
Sonradan hakkında araştırma yapacağım belgeselin tecrübeli yönetmeni Menelaos Karamaghiolis (Μενέλαος Καραμαγγιώλης) kahramanlarının yüzüne kamerasını doğrultsa da gözlerini göstermemeye özen gösteriyor. Önden veya profilden, yakın plan çekimlerle genelde etli dudaklarına yoğunlaşıyor, bazen de bedenlerinin hangi kısmı olduğunu kavramakta zorlandığım kaslı, dövmeli ve kıllı bölümlerine odaklanıyor. Yandık işte, diyorum kendi kendime, mahremiyetlerine özen gösteriyoruz derken adeta röntgenciliğe, ister istemez erotik bir bakış açısına yönlendiriliyoruz. Fakat sinema salonundan çıkmak bana saygısızca bir hareket gibi geldiğinden kendimi tutuyorum, üstelik yönetmen de filmin sonunda soru-cevap kısmında hazır bulunmak üzere aramızda!
Röntgencilik sayılır mı?
Neyse ki kamera bir süre sonra gevşiyor ve mahpusları cezaevinde gündelik faaliyetleri içinde izlerken yüzlerini tamamıyla görüp en azından bazılarını tanımaya başlıyoruz. Fakat içime kurt düşmüş bir kere: onlara tiyatroyu sevdirmeye çalışan tiyatro hocasının nispeten gergin maçoluğunun altında eşcinsellik mi var diye düşünürken film bildik sularda gezinmeye başlıyor. Çocukluklarında kendilerine hiç şans verilmemiş kahramanlarımızdan bazıları okuma yazmayı cezaevinde öğreniyor, tiyatronun ne olduğunu bilmeyen gençler disiplinli tiyatro hazırlıkları sayesinde bir ekipte, birlik ve dayanışma halinde çalışmayı deneyimliyor. Topluca yapılan ısınma hareketleri sırasında homoerotik planlar gayet kısıtlı, Menelaos ve tiyatro hocası kontrolü elden bırakmıyorlar diye düşünerek biraz rahatlıyor, kendimi filme koyveriyorum.
Gençler belgeselin yönetmenine güven duyarak geçmişlerini samimiyetle aktarıyor, içlerini döküyorlar; evde onu bekleyen beş çocuklu eşine bir an önce kavuşmak isteyen Roman genç, mahpusluğu en ağır yaşayanlardan.
Onlara tiyatroyu tanıştırmış olan hocalarına da saygıları tam, ne de olsa bu sanatsal faaliyet kahramanlarımıza dış dünyanın kapılarını aralamış. Piyesi seyretmek üzere dışarıdan cezaevine gelen özel davetli seyirciler onlara en azından ilgi odağı olma, beğenilme ve alkışlanma zevkini tattırıyor. Zaten ortaya çıkan oyun da kendi tecrübelerini yansıtır nitelikte: Başta adeta enkaz altında kalmış bir insan yığınıyla karşı karşıyayız. Derken gençler yavaş yavaş hareket etmeye başlıyor, yattıkları yerden usulca kalkarak birer zombi gibi ortalıkta gezinmeye başlıyor.
Koreografinin bana en cesur gelen yanı, oyunu ayakta seyreden, çoğu kadın seyirciyle oyuncuların aynı düzlemde durmaları ve bir süre sonra aralarındaki mesafenin tamamıyla ortadan kalkması. Üstleri başları toza toprağa bulanmış genç erkekler boş salonun ortasında durmakta olan, yüksekçe bir vaftiz leğenini andıran üstü açık bir su deposuna ulaştıklarında suyla temas etmeye başlıyor, suya değdikçe uyanıyor, sanki arınıp canlanıyor, bir süre sonra coşuyorlar.
Yüksek volümlü ve ritimli bir müzik eşliğinde gönüllerinden geldiğince dans ederek üzerlerindeki kirli tişörtleri fırlatıp atmalarıyla erotizm bende tavan yapıyor. Fakat yönetmen bize oyunu hararetle alkışlayan seyircilerin yüzlerini gösterirken beklediğim gibi bir duygu patlaması veya olası şehvet izleri görmeyince şaşırıyorum. Evet, oyunu seyretmiş olanlar gayet memnun görünüyor, fakat duyguları, benim aksime, tatminli bir bedenin kontrolü altında sanki. Modern yaşam sanki insanları soğutmuş gibi; yoksa öpüşmekten, okşayıp okşanmaktan, doyasıya sevişmekten mahrum kaldığım için mi ben yansıtma yapıyorum?
Kadın hapishanesine turne
Dönüş (Επιστροφή/ The Return) belgeselinin adı, oyunu oynadıktan sonra her defasında cezaevi dünyasına dönmenin ağırlığını dile getiren mahpusların sözlerinden esinlenmiş. 63 dakikalık 2017 Yunanistan yapımı belgeseli seyrederken aynı konuya eğilmiş, Taviani kardeşlerin çok ödüllü Sezar Ölmeli (Cesare Deve Morire/Caesar Must Die) adlı eserini hatırlamamak mümkün değil…
Derken senaryonun zirve yaptığı sahneye hazırlanıyoruz. Kahramanlarımızın yattığı Avlona Islahevinden tiyatro ekibi Tebai Kadın Cezaevine turneye gidecektir. Gayet meşakkatli bürokratik işlemler tamamlanmış, belgeselde en kusursuz görüntüyü vermek için azami çabayı göstermiş idealist ıslahevi yöneticilerinin gözetiminde yola çıkılmıştır.
Kalabalık Tebai hapishanesinde heyecan dorukta, her yaştan, her milletten onlarca kadın oyunun sergileneceği alanı doldurmuş; piyes başladığında çıt çıkarmadan bu olağanüstü deneyimi doya doya yaşamaya koyuluyorlar. Etraflarında gardiyanlar da var, fakat her şey kontrol altında gibi göründüğünden gerginlik pek yok, herkes bir bütün olmuş durumda.
Oğlanlar her zamanki gibi yattıkları duvar dibinden usulca hareket ediyor ve bir süre sonra salonun ortasındaki suya ulaşıyorlar. Kamera uzaklaşıp salonu bize ilk defa bütünüyle gösteriyor. Yakın planda bir omzunda siyah bebeği taşıyan bir kadın gibi ayrıntılar çarpıcı. Kadınlar eski usul bir boks maçında veya bir horoz dövüşündeki seyirciler gibi genç erkekleri artık çepeçevre sarmış durumda.
Bildiğimiz dinamik tekrar yaşanmak üzere: Suyla temas eden genç adamlar bir süre sonra canlanıyor, ardından mekânda yankılanan müzikle coşup zıplamaya, dans etmeye başlıyorlar. Üzerlerindeki tişörtleri yırtarak kaslı vucütlarını cömertçe teşhir ettiklerinde bir anda salondan sevinç çığlıkları yükseliyor, alkışlar ortalığı sarıyor; bir tragedyanın sahneye konuşu sanki toplu bir ayine dönüşmüş vaziyette, fiziksel olmasa da adeta bir arzu orjisi yaşanıyor, perdeden sinema salonuna akan enerjiyle koltuğumda sarsılıyorum…
Cilalı toplum dersi, eşcinsel röntgencilik vakası derken belgesel sinemanın gücüne bir kez daha teslim oluyorum, ama kafamda soru işaretleri baki... (MT/ÇT)