Fotoğraf: sabanciuniv.edu sayfasından alındı.
Kızılay Güvenpark’tan bindim dolmuşa. Ankara’da bir yol ne kadar uzak olabilir ki, taş çatlasın yarım saate giderim varacağım yere, boş koltuğu görünce anında seyirtiyorum şoförün arkasındaki boş koltuğa.
Benim koltuğa yığılmamla hareket ediyor dolmuş, şansıma herkes para uzatıp üstünü alma işlerini halletmiş önceden. Dolmuşcak mutluyuz, eser miktarda. Geçici bir mutluluk elbet.
İneceğim durağa varınca bu mutluluk yerini “acaba beni müsait bir yerde indirebilecek mi?”, “yeterince çevik bir şekilde inebilecek miyim?”, “tam inerken dolmuş hareket ederse hangi kolumun üzerine düşmeyi tercih etmeliyim?” gibi kaygı dolu kararlara bırakacak biliyorum.
Bir telefon sesi çınlıyor arka koltuğumdan. “Görevimiz tehlike” filminin müziğiyle çalıyor telefon. Davudi bir erkek sesi “Canım” diye açıyor telefonu.
Tam arkamda oturuyor olmalı beyefendi, çok net geliyor ses, tam kıvamında, stereo nerdeyse. Nasıl anlatsam sesin tınısını; Çetin Tekindor ile Leonard Cohen karışımı, hatta bir tık üstü, Haluk Bilginer ile Morgan Freeman kombini.
Uzunca bir sessizlik, karşı taraftan gelen telaşlı ve ince bir kadın sesini duyabiliyorum, sadece ne dediğini anlayamıyorum. “Nerede oldu?” diyor adam.
Her harfin hakkını veriyor bu kısacık soruda. Nasıl etkileyici, nasıl güven verici bir sesi var anlatamam. Ses, sesin gücü, tonu, artikülasyonu paket olarak şahane.
Kadın çarpmış arabayı orasını anladım, feryada benzer bir ses yüksekliğinde “birden karşıma çıktı” cümlesini yakalıyorum belirli belirsiz. “Yavrum, telaşlanma, tane tane anlat lütfen” diyor adam. “Vay” diyorum içimden, adam kadına ‘yavrum’ diyor, iyiymiş… Dönüp bakasım geliyor hemen ama yapmıyorum; hem bakmam ayıp olur hem de bakarsam adam sesini alçaltır, duyamam diye.
Kulaklarımdan beynimin ‘gözünde canlandırma’ bölümüne kısa yol var benim. Hemen bir kadın beliriyor gözümde. Çıtı pıtı, hanım hanımcık biri olmalı.
Ayrı nesil ayrı evlilik anlayışı
Kocası/sevgilisi/nişanlısı, artık arkamdaki adam neyiyse onun yanında biraz ürkek, biraz kırılgan, “ben bilmem, erim bilir” mesajı yayan bir kadın. Nazlı nazenin biri. Baksana, adam arabayı kadına vermiş, kendi dolmuşta kırk kişiyle beraber, kelle koltukta bir yerlere gitmeye razı olmuş. Üstelik arabayı kadına vermekle kalmamış, araba çarpılınca “yavrum, telaşlanma lütfen” falan diyor. Hatta “Üzme kendini yavrum, olacağı varmış, sana bir şey olmadı ya, önemli olan o” diyor zihnimde şimdiden Yunan tanrılarına yaraşır bir vücut giydirdiğim adam.
“Dünya kadar malın olacağına horoz kadar kocan olsun” diyen annem geliyor birden aklıma. Hakikaten böyle diyor yetmiş yaşındaki annem, ayrı bir nesil ayrı bir evlilik anlayışı.
Bence evliliğe inanan son nesil annemlerin nesli. Çöpü her akşam dışarı çıkaran babam geliyor gözümün önüne. “Çöpü çıkarayım mı?” diye her akşam soruşu geliyor.
Annemin ya da babamın ev denen mekân içinde yapacağı işlerin bu denli belirgin oluşu, bu denli keskin sınırlarla ayrılışı beni öteden beri şaşırtmıştır gerçekten.
Mesela ben evliyken neyin benim işim neyin kocamın işi olduğu konusunda sık sık kararsızlığa düşerdim. O yüzden şuursuzca her işi yapmaya çalışırdım. Çöpü çıkaran da bendim zaten…
Tamam yavrum hallederim ben
Tanıdığım son ‘çekirdek aile’ annemlermiş gibi geliyor. Çekirdek aile uzmanı olduğumdan değil elbet ama kendi neslimin evlilikleri ile kıyaslayınca öyle bir hisse kapılıyorum.
Sonradan gelen çekirdek aileler bir bir çitlenip bir tabağa istiflenilmiş sanki. Kendi kendime gülümsüyorum dolmuşta. Sabah sabah Magirus dolmuşta düşündüğüm şeye bak! “Ben Balgat’taki işimi halledip hemen gelirim yanına merak etme” diyor arka koltukta oturan Zeus telefona. Karşıdan çocukla kadın arası sesler geliyor. Çok korktuğunu falan anlatıyor olmalı kadın. Zeus aralarda kesip “Tamam yavrum”, “Merak etme, hallederim ben” diyor.
Birkaç yaz önce, yazlıkta, annemle uzak bir sitede oturan Muazzez teyzeye gitmiştik bir keresinde. Gezmemiz bitince annemin telefona sarılıp babamı aramaya kalkması üzerine atıldıydım; “Anne, ne gerek var babamı buraya kadar yormamıza, bak dolmuş geçiyor marketin önünden, dolmuşla dönelim eve” demiştim. Annem “Sen karışma. Baban bizi götürüp getirmekten hiç gocunmaz, o sevinir bizim ihtiyacımızı gördü diye” diyerek beni şaşırtmıştı. O geliyor aklıma camdan sağa sola bakarken.
Ev ekonomisi anneden sorulur
Çöpü babam dışarı çıkarır. Yemeği annem yapar. Bizi Muazzez teyzeye babam götürüp getirir. Evi annem temizler ya da temizletir. Yanan ampulleri babam değiştirir. Koltuk yüzlerinin eskimiş olup olmadığına annem karar verir. Babam domates almamız için para verir. Annem domatesleri seçer.
Babam güçlü görünmek ister. Annem güzel görünmek ister. Siyasetçilere verip veriştirmek babamın işidir. Ahbapları yemeğe çağırmak annemin işidir. Babam bozulan ev aletlerini tamir eder. Annem çamaşırları yıkar. Babam aile bütçesinden sorumludur. Ev ekonomisi annemden sorulur. Babam sokaktır, annem ev… Cinsiyete dayalı çekirdek aile yapısı bundan mı çöktü acaba! Yani sadece bu yüzden çökmüş olamaz elbette ama ‘eşitlik’ talebinin çöküşü hızlandırdığına Kızılay-Balgat dolmuşunda ermek de varmış kaderde…
Magirus dolmuşta derin düşüncelere dalıyorum haliyle. Endüstri toplumu ile birlikte ortaya çıkan çekirdek ailenin bireyselleşme karşısındaki mukavemetini tahlile kayıyor zihnim. Bireyselleşme ‘geri alınamaz’ bir seyir olduğuna göre, yeni zamanlarda nevi ne olursa olsun bir şeye bağlanmak hep olumsuz tınılarla anıldığına göre çekirdek aile de tehdit altında demektir bu.
Yeni zamanlar kalıcılık ve sabitlik duygusunu dışlıyor kanımca. Modernlik deneyimindeki değerler ve bunun uzantısı olarak anlamlar yirminci yüzyılın son çeyreğinde büyük bir gürültüyle yerlerinden edilince süreksizlik, hız, hareketlilik, bağsızlık gibi başat kavramlar etrafında şekilleniyor yeni deneyimler.
Yılanın başı esneklik! Seri üretim modelinden tüketici odaklı, bol seçenekli üretime geçerken hızlanmış bu işler belli ki. Uzun üretim bantları üretim adacıklarına dönüşürken “Kocam/Karım olmanı istiyorum” ile “Yeni bir ayakkabı istiyorum” arasındaki makas kapanmış gün be gün. Esneklik adaptasyon gerektirir. Her şey değişirken sen duramazsın!
Din, aile, cinsiyet gibi pek çok türde aidiyet içeren geleneksel bağların iki yüzü var diye düşünüyorum; evet bireylerin seçim imkânlarını sınırlarlar ama diğer yandan da koruma ve güven sağlarlar. Hep derim, hiçbir şey pür iyi ya da pür kötü değildir. Evlilik ve aile kurumundaki derin dönüşümlerin geleneksel bağların çözülmeye başladığı zamanlarda yaşanması tesadüfi olamaz.
Kadının özgürleşmesi
Modernizmin başlangıcında sadece “erkekler” ile sınırlı olan bireyselleşme kadınları da içerecek şekilde toplumun her zerresine nüfuz edince ip üstünde yürümeye benzemiş evlilikler işte.
Hem, bireyselleşme özgürleşme demek değil ki daha çok tüketim bilinci demek esasen. İşte tam da bu yüzden aile çatısı altındaki kadın-erkek çatışmasını cinsiyet temelinde değil makro ekonomik-sosyal paradigma temelinde görmek lazım. Kadınların kendi paralarını kazanması onları hayati bir güvence olarak evliliği sürdürmek baskısından kurtardı elbette ama keşke bu kadar basit olsaydı her şey. Beck “Kadının özgürleşmesinin herhalde en istenmeyen yan etkisi erkeğin özgürleşmesi olmuştur” diyordu ya, dolmuşta, tam Genelkurmay kavşağını geçerken ona hak veriyorum.
Yeni nesil feminist kardeşlerimi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama yaş itibariyle de olsa eski nesil bir feminist olarak özgürlük ve eşitlik talebimin korunup kollanma, değer verilme talebimle çeliştiğini düşünmüyorum ben.
Birden, bir gece önce izlediğim belgeselde meyve sinekleri ile cırcırböceklerinin dişilerine kur yapmak için girdikleri haller geliyor gözümün önüne.
Hatta, dişi örümceklerin erkek örümceklerin kendilerine hediye olarak getirdikleri yiyecekleri miktar açısından değil yiyeceğin kalitesi açısından değerlendirdiklerini de söylemişti anlatıcı. Araknid familyasındaki hemşirelerim kadar haysiyetim yok mu benim şu dünyada! Neyse, ineceğim yere çok kalmadı, kendimi güldürmeye çalışmaktan vazgeçmeliyim bir an önce. Hülasası, bir kadın olarak değer görme, özen gösterilme talebimi kamusal alanda itiraf edebilecek yaşa geldiğim için gönül rahatlığı ile söylüyorum; eşitlik talebi nezaket ve zarafete mâni değil.
Evlilik mi arkadaşlık mı?
Yeni kapitalizmin esnek ve kısa vadeli zaman anlayışında ‘sürdürülebilir bağlılık” zor annem! Jessie Bernard’ın dediği gibi “her evlilik her zaman iki evlilikten oluşur: Kadınınki ve erkeğinki”.
Kendi içinde matematiği zaten zorken bir de kadının, erkeğin, herkesin yerinden edildiği, herkesin göçebe olduğu zamanlarda “ortaklık hissi”ni daim kılmak hakikaten kolay iş değil.
Klişe olacak ama bizim kuşağın işi en zoru diye düşünüyorum. Yeni teknolojinin içine doğan çocuklarımız ‘enter’ tuşuyla geliveren ‘delete’ tuşuyla gidiveren ilişkilere çoktan meftun.
Anne- babalar da keskin rol dağılımı içeren geleneksellikleriyle yırttılar. Olan yine bize oldu diyorum. Bir yanda, seçilmiş bir güven ilişkisi olarak ailenin anlam krizi; diğer yanda, kaçırıldığı düşünülen bir yaşamın günah keçisi olarak evlilik… Bu ikisi arasında sürekli salınıp duran koca bir sarkaca asılı kalmakla lanetlenmişiz sanki. Tek rakibimiz Sisifos!
Yine de enseyi karartmak bana göre değil. Aile krizde diye onu oracıkta bırakıp gidemem, olmaz. Hem daha ineceğim yere gelmedim. Karıkoca sosyolog olan Ulrick ve Elisabeth Beck cinsiyetle ilişkili yaşam biçimlerini inceledikleri Aşkın Normal Kaosu kitabında çözümün aşkın içinde var olan arkadaşlığı kalıcı hale getirmek olabileceğini iddia ediyorlar. Kısaca ‘bizi arkadaşlık kurtarır’ diyorlar.
Bir şey diyeyim mi, hangi dünya ağrısına baksam çözümünde ‘arkadaşlık’ var. Çünkü dünyada çok az şey arkadaşlık kadar iyileştiricidir. Arkadaşlar imkânsız standartlar öne sürmezler. Talepkâr değil diğerkâmdırlar. Koruyup kollarlar sizi. Ezdirmezler sizi kimseye, örselendiğinizi hissettikleri anda yanınızda belirip kalkmanıza ve devam etmenize yardım ederler.
Sözün özü, Tabutta Rövaşata filminin unutulmaz repliği gibi “Ama arkadaşlar İyidir”. Hem eşinle ‘arkadaş’ olarak hem de diğer tüm arkadaşlarla safları sıklaştırarak mukavemet göstereceğiz belli ki. Bunca derde, dünya ağrısına dayanma gücü bulabilmek için başka bir yol gelmiyor aklıma sabah sabah.
Ben bunları düşünürken kulağım da arka koltukta bir yandan. Sonunda kapattı telefonu Zeus. Sevgi sözcükleriyle kapattı hem de. Yarama tuz basar gibi kapattı… Kadın mutlu… Zeus mutlu…
Bir ben mutsuzum şu emektar Magirus dolmuşta. “Balgat kavşağında inecek var” diye bağırıyorum can havliyle. “Ne bağırıyorsun, zaten dibimdesin” diyor gözleriyle şoför dikiz aynasından.
“Bağırasım var, sana ne!” bakışı atıyorum kontra. Cevaben, dolmuşu kavşağın tam ortasında durduruyor.
Müdanam yok, zengin kalkışı yapıyorum. Kalkmışken hemen arka koltuğa bakıyorum Zeus’un ay cemalini görmek için. Sen de ‘1.50’ ben diyeyim ‘1.60’ anca var, oturduğu yerden bile belli kısa boyu, çelimsiz vücudu. Alnındaki kırışıklığa bakılırsa temizinden 40-45 var yaşı. “Anlam inşâdır” diyorum kendi kendime. İçimden “40 Zeus’a değişmem seni” diye geçirip ağırlığımı sol bacağıma veriyor ve düşme durumunda sol omzumu feda etme pozisyonunda atlıyorum dolmuştan dışarı…
(AA/EMK)