* Resim: Las Meninas, Picasso
Üstümüze giydiğimiz, eskise ya da işe yaramasa da, yakışmasa da bırakamadığımız birtakım roller var. Bu rollerden sıyrılmak için çok fazla fedayı göze almamız gerekiyor. Ancak sıyrılabilmek de yeni bir varoluş halinin kapısını aralıyor. Çünkü girdiğimiz rollerle nesneleştiriyoruz kendimizi, diğerlerini.
Nesneleştirmek tam olarak ne anlama geliyor? Emmy Van Deurzen ve Martin Adams şöyle anlatmışlar meseleyi: “Hem Martin Buber hem de Jean-Paul Sartre, insanları nesnelere dönüştürerek, yani birer ‘şey’e dönüştürerek, onların öngörülemezliklerini azalttığımızı söyler. Ancak bunu yaparak biz de kendimizi nesneye dönüştürmüş oluruz. Bunun bir şeyleri daha kolaylaştıracağını düşünürüz ve öyle de olur, ancak bunun bir bedeli vardır. Bu düşünme biçimi bizim, nesnelere insan nitelikleri, insanlara madde nitelikleri ve kişiler arası ilişkilere de nedensellik atfetmemize sebep olur.”* Ve devamında problemlerin çoğunun bireyselliğimizi ya da başkalarının sevgisini kaybetme korkusuna dayandığını söylemişler. Bu korkuların ilişkilerdeki karşılığı aldığımız rollerdir: Mağdur, zorba veya kurtarıcı rolü. Bize gelecek zarardan korunmak için bu rollerden birine gireriz. Ve güvenli sularda yüzmek adına kendimizi ve başkalarını nesneleştiririz.
Görüldüğü kadarıyla nesneleştirme bir korunma yöntemi. İlişkide girdiğimiz birtakım roller de onun ürünü üstelik. Örneğin “mağdur” rolündeyken; başımıza gelen bir şeyler olduğunu ve hatta devam eden bir ilişkide diğeri tarafından mağdur edildiğimizi iddia ederken bu konumda kendi irademizle kaldığımızı, edilgen bir role kendimizi yerleştirmiş olabileceğimizi görmeyebiliyoruz. “Zorba” rolünde ise kontrolü tamamen elimize alarak açıktan yapıyoruz nesneleştirmeyi. Diğerinin irade ve haklarını hiçe sayıyoruz. Kendimizi hükmeden pozisyona sokarak dokunulmaz bir yere çekiyoruz. “Kurtarıcı” rolü bizi iyi hissettiriyor çünkü bir yanıyla karşımızdaki bize hep borçlu oluyor. Onu herhangi bir şeyden kurtararak aslında bağımsızca davranabilme kapasitesine müdahale etmiş oluyoruz. Ve her üç rolde de insan olmanın sorumluluğunu, özgürce hareket edip seçimler yapabilme kapasitesini yok sayıyoruz. Hem kendimizi hem de ötekini tek tip bir döngüye zorluyoruz. Çünkü güvenli geliyor ya da bildiğimiz tek yöntem bu. Karşımızdakinin himayesine girmek ya da onu himaye altına almak; bunlar yaşamı kontrol etmekle doğrudan ilişkili. Ve kontrol isteği bizi birtakım çıkmazlara da soksa kanıksanmış bir hal alıyor. Farkında olunsa dahi rolden çıkmak gerçekçi görünmemeye başlıyor.
Yaşamdaki rollerin bu üç temel rolden çok daha çeşitli olabileceğini düşünüyorum esasında. Yani karşınızdaki sizin için bir nesneyse tam olarak onun bütünüyle değil ona yüklediğiniz birtakım anlamlarla ilişki kuruyorsunuz demektir. Örneğin size tutkuyla bağlı olan birini aslında çok da sevmediğiniz halde hayatınızda tutuyor oluşunuz onun sizin için “tutkulu bir nesne”ye dönüştüğünü ve tutku ihtiyacınızı karşıladığını gösteriyor olabilir. O sadece “tutkuyla bağlı biri” olmaktan ibaret değilse de siz onun tutkusuna olan ihtiyacınızdan diğer taraflarını görmezden gelmeyi tercih edebilirsiniz. Onun size göre “tutkuyla bağlı biri” oluşu ona yüklediğiniz bir anlamdır ve bundan sapan davranışlar sergilediğinde sizin için anlaşılmaz hale gelebilir. Ve siz de “tutkuyla bağlanılan biri” rolünde kalarak, buna ters düşecek herhangi bir davranıştan uzak durursunuz. Böylelikle deneyimlerinizi buna göre şekillendirir nesne konumuna taşımış olursunuz kendinizi de.
Bir diğer örnek; çocukluğundan bu yana “asosyal” olarak nitelendirilen biri bu rolü bir yetişkin olduğunda da aynı biçimde devam ettirebilir. Başka türlü davranmak tehlikeli ve bilinmezdir çünkü, hiç kolay değildir. Getireceği sonuçlar kontrol edilemeyebilir. Varlığın bir biçimde sınırlandırılışıdır bu, fakat kişi başka türlü var olabilmeyi deneyimlediğinde dahi eski dinamikleri peşinden gelmeye devam eder diğer taraftan. Dolayısıyla epey uğraştırıcı olabilir.
Moda olan roller var bir de: Son dönemin modası zorba rolü mesela. Hızla yayılıyor sanki, işe yaradığını gören hemen giriyor kolayca içine. Ve yayıldıkça normalleşiyor. En tehlikelilerden biri, çünkü en kolay içinde kaybolunanlardan aynı zamanda…
Roller içinde kaybolmak; hep zorlayan biri olmak, hep yardım etmek zorunda olan biri, hep itilip kakılan biri, hep yukardan bakan biri… İnsanın belli bir biçim içinde hapsolma hali gibi. Rolden çıkıp uzaktan bakabilmek, başka türlü bir varoluşu deneyimlemekse basit bir davranış değişikliğiyle mümkün olamayacak kadar çetrefilli olabiliyor. Ancak rolden özgürleşmek, onun içinde seni durduranın ne olduğunu keşfetmekle mümkün sanıyorum. Ve ondan ibaret olmadığını; aslında “rahatlama”nın belki de o rolde olmak zorunda kalmadığında başladığını görmekle… Rolün yaşamında nasıl bir işlevi olduğunu anlamakla… Girdiğin rolün seni tümden ele geçirmesine izin vermemekle… (BK/AS)
* Varoluşçu Danışmanlıkta ve Psikoterapide Beceriler, E.V.Deurzen-M.Adams, Çev. Edit: F. J. İçöz Pan-Alethia, 2017