Âmin Maalouf'un 2012 yılında yayınlanan son kitabı "Doğu'dan Uzakta", aynı yıl Türkçeye çevrilerek YKY'den çıktı. Kitabın yayın tarihinin Ortadoğu'daki derinleşen çatışmalara denk düşmesi bir rastlantı olsa da, kitap Ortadoğu'ya dair bize yeni okumalar sunuyor ve en azından belleğimizi tazelememizi sağlıyor. Kitabı bu bağlamda ele almaya çalışacağım.
Maalouf, 1949 Lübnan Beyrut doğumlu. Marunî Ortodoks kilisesi Hıristiyanlarından. Beyrut'ta ekonomi okumuş, gazetecilik yapmış. 1975 yılındaki Lübnan iç savaşından kaçarak Fransa'ya yerleşmiş, Lübnan asıllı Fransız yurttaşı. Gazeteciliğe devam etmiş ama şu sıralar kitaplarıyla meşgul. Yazdığı bütün kitaplar (14 adet) Türkçeye çevrilmiş durumda.
Akdeniz'i ve Doğu'yu iyi tanıyan Maalouf, neredeyse bütün kitaplarında bölgeyi ve bölgenin insanlarını anlatır. Onun en sevdiğim kitabı Semerkant romanıdır. Ancak yazarın deneme ve inceleme kitapları da var. "Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri" incelemesi,"Ölümcül Kimlikler" ve "Çivisi Çıkmış Dünya" denemeleri, coğrafyamızın okuru için daha bir önem arz etmekte.
Doğu'dan Uzakta için, "Ölümcül Kimlikler" denemesi üzerinden hareketle yazılmış bir roman diyebiliriz. Ya da "Ölümcül Kimlikler" denemesi için bir roman yazılması gerekseydi, bu, "Doğu'dan Uzakta" olurdu. Maalouf'un sözünü ettiğim deneme kitabından sonra bu romanının okunmasını öneririm. Çünkü roman, Lübnan'ı (Beyrut'u) merkez alarak kimliklerin ölümcül çatışmalarını, savrulan, parçalanan hayatları anlatıyor. Romanın başkişilerinden Adam, Maalouf'un kendisi olarak da okunabilir. Bana bir tür anı-roman gibi geldi. Yazıyı uzatma pahasına da olsa, yazar ile eseri arasındaki ilişkide yazarı biraz olsun tanımak bakımından bu kısa bilgileri vermeyi gerekli gördüm.
Adam adı, Âdem'e atıftır. Ve romanın girişindeki, "Adımda doğmakta olan insanlığı taşıyorum, ama ben nesli giderek tükenen insanlığa aidim" cümlesindeki karamsarlığa katılır veya katılmazsınız, ama yazar, trajedisini böyle ifade ediyor. Kaldı ki bu çatışmacı, adaletsiz, haksız hukuksuz dünyanın giderek artan ağırlığı, insanlığın tükenişinin bir işareti ise, vicdanın kendini bu cümleden azade tutması mümkün mü?
İç savaşın önü alınamaz ve içinden çıkılamaz korkunç gerçekliği, bana göre "Doğu'dan Uzakta" romanının özünü oluşturmakta. Bu cümlenin altını özellikle çiziyorum: Bireyin iradesinin cemaatler, örgütler, partiler gibi oluşumlar tarafından teslim alınarak, bu iradenin şiddetin her türünü kullanır hale getirildiği bir ortam. Bireylerin din, mezhep, etnisite adına bir tür hipnotize edildiği ve hipnotize edilemeyen bireylerin de kapana kıstırıldığı korkunç ortam! Netameli Ortadoğu tarihi, bu kaotik ortama yataklık yapıyor. Elbette üç semavi dinin ve ondan doğan mezhep türevlerinin bu coğrafya merkezli oluşunun, tarihin netameli hale gelişindeki payları tartışılabilir. 100 yıl önce Anadolu'da, dün Lübnan'da, Irak'ta, bugün Suriye'de, yarın bir başka ülkede; ulus devlet oluşumlarının, emperyalizmin dayatmalarının ve iktidarların çıkarları uğruna kimliklerin ölümcül silahlar haline getirilişi... Ya da kimlikler üzerinden yaratılan çatışmalarda bir kesimin/kesimlerin, diğer kesimi/kesimleri yok etmesi. Mazlumlarla zalimlerin yer değiştirdiği bir coğrafya! Dünyanın başka hiçbir yerinde böylesine karmaşık, çatışmacı, zemini kaygan, ittifakları değişken ve çok kimlikli bir yer yok.
Lübnan'da Hıristiyanların, Şiilerin, Sünnilerin, Dürzîlerin, dinle ilgisi olmayanların, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün militanları birbirine giriyor. Bir tür aşiret savaşları! Birkaç kez İsrail de bu çatışmaların bir tarafında yer alıyor. Öyle ya, kabile devletler çağında kimlikçilik bataklığındaki aşiretlerin yerinde, demokrasi toplulukları olacak değil ya!
Ya Türkiye?
Devletin dayattığı tek tiplilik uğruna kimlikçilik bataklığında debelenmiyor muyuz? Gayrımüslimlerin yurtlarından kanlı ve gasplı tasfiyelerinin mürekkebi kurumadı daha. 1970'lerdeki Alevi katliamları neyin nesiydi? Kürt sorununda katliamlar, sürgünler yaşanmadı mı? Ve son 30 yıldır bu sorun nedeniyle yaşananlara ne diyeceğiz? Tamam, biz Lübnan ya da Suriye değiliz ama Lübnan'dan, Suriye'den ne kadar uzağız?
21. Yüzyıl, radikal İslamcılık ve Arap Baharı (mı?)
Devrim anlam mı değiştirdi? Anlam değiştirdiyse ona devrim denir mi? Devrim fikri ileriye gidişin bir ifadesiyse (ilerlemeci tarihçilik anlayışıyla bunu söylemiyorum), muhafazakârlar ve hatta köktenciler bunu nasıl sahiplendiler? İran Devrimi ile başlayan bu süreç, bir tersyüz olma hali midir? Bu tersyüz olma halinin incelenmesi gereken çok önemli bir konu olduğuna işaret eden yazar, toplumsal hayattaki ve siyasetteki anlam kaymalarından dolayı sıkıntılı bir fikriyata sahip olduğunu da yer yer itiraf ediyor. Evet, entelektüel dünyanın temel problemlerinden biri de, dünyadaki hızlı ve köklü değişimleri okuyacak yeni paradigmaların nasıl oluşturulacağı değil mi?
Maalouf, romanının başkişisi Adam'ın ağzından, 20. yüzyılın iki büyük savaşın yaşandığı alçak bir çağ olduğunu; 21. yüzyılın ise, daha da alçak olacağını söyletiyor. Dini ve etnik kimlikler çatışmasının bataklığında hayallerin, eşitlik ve özgürlük umutlarının tuzla buz olduğu bir çağ!
Neden?
20. yüzyılda kapitalizmin alternatifi olarak, 1850'lerden beri devam eden sömürüsüz, eşitlikçi, özgür, sınıfsız bir toplum hayali Rus Ekim Devrimiyle uygulamaya geçti. 70 yıl boyunca sosyalizm, kapitalizmin cangılından kurtuluş için insanlığın umudu oldu. Koskoca hayal, tarihsel ve toplumsal umut, 70 yıl sonra içine çöken kof bir dağ gibi çöktü gitti! Bu durum, insanlığın geniş bir kesiminde müthiş bir boşluk ve umutsuzluk yarattı. Peki, bu boşluğu ne doldurdu? Boşluk doldu mu bilmiyorum (Hemen doğa boşluk kabul etmez der gibi, toplum boşluk kabul etmez demeyin), ama ciddi kaotik ortamlar yaygınlaşarak, gelişiyor. Elbette işin bir tarafında, ulus devletlerin bastırdığı kimlik hakları taleplerinin iyice açığa çıkan mücadelesi de var. Sonuçta umudunu yitiren insanlığın boşalttığı alan, Müslüman dünyada farklı tonlardaki İslamcılar tarafından dolduruluyor. Ancak bu dolduruş, daha büyük trajedilere gebe!
Maalouf, kitabının 444. sayfasında bu hayalin yıkılışı sonrası için tarihçi Adam'ı şöyle konuşturuyor: "Yirmi birinci yüzyılın iki büyük musibeti de radikal İslamcılık ve radikal İslamcılık karşıtlığı olacak... bu durum, gerileme içine girilecek bir yüz yılı vaat ediyor." Buna katılır ya da katılmazsınız; fakat üzerinde düşünülmeye değer temel bir konu değil mi?
Şöyle veya böyle; Maalouf'un başkarakteri Adam'ın sıkça iç yolculuklara çıktığı romanı bize hayata dair farklı pencerelerden bakmayı öneriyor. İyi de ediyor. Örneğin İsrail Filistin meselesine her iki pencereden de bakıyor. Ve bu bakışın içini, adalet ve yaşam hakkı kavramlarıyla doldurmaya çalışıyor.
(İnsanlar), "Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar" (Syf 242) cümlesi, bana göre romanın en sarsıcı cümlesi. Ahlaka ihtiyacı kalmamış bir din, ne hale gelmiş olur? Sarsılmamak elde değil!
Piyasaya yeni çıkmış bir romanın sonundan söz etmeyi ahlaki bulmuyorum. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, romanın sonu, yazarın, tıpkı iç savaş gibi önlenemez ve içinden çıkılamaz bir duruma düşmesinin nişanesi olarak bitiyor. Böyle bir romana, öyle bir son yakışır!
Bu son bana, kimin söylediğini hatırlayamadığım bir filozofun, "Kapitalizm bize bir tek intihar özgürlüğünü bıraktı" sözünü hatırlattı. Tartışılır bir söz! Ancak tekrar etmek gerekirse, Maalouf'un romanının sonunu kendi hayal kırıklığının ve seçeneksizliğin bir işareti olarak yorumluyorum.
"Doğu'dan Uzakta", Maalouf'un ülkesine ağıtının ve kimlikçiliğin hapsinde insanlığın çığlığını duyurmaya çalışmasının romanıdır. Akdenizlinin sıcağında biraz üşüdüğümü hissettim. Huzursuz ve üşümüş olmak iyidir! (HŞ/HK)