Sorunun asıl sahipleri etkisizleşiyor
Yine yukarılarda, yine sorunun asıl yaşandığı ve her şeye rağmen yaşandığı, ne kamusal ne özel olan, belki de her iki kavramın da tarif edemediği hayatın ta kendisinden çok uzaklarda tartışılıyor. Bu ülkede sanki ne zaman böyle olsa, ne zaman bir mesele, kaynağından uzaklaştırılarak yok sayılmaya ya da yapay bir biçimde hafifletilmeye çalışılsa, büyüyüp büyüyüp başka bir meşruiyet yaratıyor. Türban konusu, bir kişisel özgürlük sorunu olarak, devletin ve "milli irade"nin -çoğunluğun yeni adı bu- bu konuyu, hiç de farklı olmayan biçim ve içeriklerde tartışmaya devam etmesi nedeniyle, sorunun asıl sahiplerini etkisizleştiriyor, daha da görünmez, üstelik kendi dünyasında bile azınlık ve "sürgün" hale getiriyor. Belki biraz daha yakından bu meselenin taraflarına bakmak gerekiyor ve bu meselenin hem konunun gerçek aktörleri hem de gerçek hayat alanında nasıl tezahür ettiğine.
Erkek kamuoyu
Öncelikle, belki çok açıkça söylenmesi gereken bir şey var. Bu konunun "görünen", tartışmanın biçimine, yerine, zamanına karar veren tarafları ve "kamuoyu" denen şey bütünüyle erkektir; eğer bir mazlumdan söz edilecekse o da "kadın". Sorunun ortaya konuluşunda ve tartışılması sürecinde, bağlamın, kamusal-özel alan ve "yurttaşlık" gibi cinsiyetsiz gibi duran kavramlar çerçevesinde tarif edilmesinin tercih edilmesi bile, mazlum'un görünür olmaktan çıkarılmasına hizmet etmektedir.
Bir yanda, Cumhuriyet'imizin ve sınırları duruma göre, bir havaalanından vergi dairesine kadar değişip genişleyen cumhuriyet mekanlarının savunucuları -ki bu mekanların "kamusal" olarak tarif edildiğini görüyoruz- cumhuriyet'in kadın yurttaşlarından bir bölümünün bu mekanlara başlarını örterek, yani türbanla giremeyeceklerini savunuyorlar. Çok basit ve teorik bir gerekçeyle: Çünkü o bir semboldür, şeriatın sembolü. Kamusal mekanın, gördüğüm kadarıyla en geniş uzlaşımla tarif edildiği biçimiyle "devletin dolaysız kurumsal mekanları" yani devlet daireleri biçiminde anlaşılması durumunda, kadınların "türban" la devlet görevinde çalışamayacakları fakat kamunun başka karşılaşma mekanlarında yer alabilecekleri savunuluyor, üniversiteler hariç.
Bıyığın şekli... Devletin tarafsızlığı
Devletin yurttaşlarla mesafesinin eşit olması gereğinden hareketle, bir devlet görevlisinin yurttaşların bir kısmına politik olarak daha yakın olduğunu sezdiren bir görünümün, devletin tarafsızlığını zedeleyeceği düşüncesi çok makul görünüyor, eğer neredeyse her "biçim"in birer sembol olarak iletişimin en güçlü aracı ve her sembol'ün de son çözümlemede politik olduğu gerçeğini unutursak ve kuşkusuz devlet'in hayatın bütün bu politik renklerine eşit mesafede olduğunu varsayabilirsek.
Uzun zamandır gitmedim belki değişmiştir ama bazı bakanlıklarda erkeklerin bıyıklarının hep aynı politik sembolü hem de avaz avaz bağırdığını biliyorum, daha kapıdan içeri girdiğinizde, "bu dünyada bana yaşamak hadi vazgeçtim evrağıma bir imza nasip olur mu ki.." diye düşünürdünüz. Ben, bu bıyık şekli, bazı yurttaşlarımıza kendini kötü hissettiriyor, devletin tarafsızlığı ilkesini zedeleyebilir gibi bir tartışma hiç hatırlamıyorum. Şimdi de durum farklı mı? Türbanlı kadınlarla aynı dünya görüşünü savunan erkeklerde biçimsel olarak ayırdedici olan hiç bir şey yok mu? Örnekler çoğaltılabilir ve her örnek bu meselenin teorik çerçevede tutarlı gibi görünen ama hayatın içinde hiç de samimi olmayan akıl yürütmelerle tartışıldığını daha açık hale getirir.
Cumhuriyetin korku nesneleri
Diğer yanda da, konuyu konjokturel manevralarla belki de hiç olmadığı kadar belirsiz tezlerle olabildiğince gölgeli bir alanda tutmaya çalışan, "milli irade" nin sahipleri var. Bir zamanlar, siyasi varlıklarının gücünü daha da görünür kıldığı ve çoğunluk algısını yaratıp güçlendirdiği için adeta bir meydan okuma ve tehdit objesi olarak "türban" ıyla kadınları kamusal alana iten bir başka iktidarın sahipleri şimdi kadına, evinde kal! Diyor. Sırası var her şeyin.
Soruna böyle yaklaşılması, şu ya da bu nedenle farklı olan, farklı görünen kadının, hiç değilse üniversitelerde gerçek yaşamın içinde başka'larıyla karşılaşmasını, kendisiyle ve onlarla yüzleşmesini, gerekirse çatışmasını, uzlaşma ihtimalini ama görünür olmasını, son çözümlemede kadının hayata karışmasını engelliyor. Kadın, toplumun geri kalanını, onun "türban" ının hatırlattığı düşünme biçiminden ve bu düşüncenin hayata geçmesi fikrinden korumak için kamusal alandan tecrit ediliyor.
Cumhuriyetin selameti için, devlet ve "milli irade"yi temsil eden erkekler tarafından, evinde ve en çok "park ve bahçelerde" hayatını sürdürmesine izin verilen bir cemaate dönüştürülüyor; her cemaatte olduğu gibi, cemaatin yaşamasının ve tecritin dayanılır olabilmesinin tek koşulu var: Kendini doğrulamak ve meşru kılabilmek için, onu diğerlerinden ayıran özellikleri daha da derin algılamak ve fark'ın altını daha kalın çizgilerle çizmek. Türbanlı kadın'a, dünyanın geri kalanının renkleriyle asla karşılaşmayacağı, ortalama eğitimle yetinmek zorunda kalacağı o büyülü yer "özel alan" la yetinmesi vazediliyor.
Böylece Cumhuriyetin korku nesneleri görünmez kılınacak, ne ironik ki, bir cinsiyete, onun görünüşüne ve bu görünüşün yol açabileceklerine dair korkuyla kapanan/kapatılan kadın, bambaşka bir korkuyla başa çıkabilmek için tam da karşıtı tarafından iktidar alanlarından uzaklaştırılarak görünmez kılınmaya çalışılıyor. Korkunun kışkırttığı baskı her anlamda korkulan'ı güçlendiriyor ve gücün özel alanda tutularak yok sayılması da mümkün değil.
Bu konunun gerçek aktörleri, hayatın kamusal ya da özel alanlarında hayatı üretenler yani bu ülkenin korkularla yönetilmek istemeyen yurttaşları, özellikle kadınları, bu tartışmaya aktif olarak dahil olmadıkça kamusal alan, farklı kaynakları olan iktidar sahiplerinin gösteri alanı olmaktan çıkamayacak; kamunun kendisi de hiç bir zaman "halk" olmayı başaramayacak. Sonsuza kadar, bugün olduğu gibi, hikmeti kendinden menkul "kamuoyu" kavramının "oy" u olarak kalacak. (MG/EK)