Güzel yaşamın sınırları; ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar.
Tezer Özlü
''Son dakikalarında, insanın kötülüğü ile ilgili bu uzun dersin bize ne öğrettiğini özetliyordu sanki- korkunç fikre ve zikre direnen kötülüğün sıradanlığı.'' [1] Nazi Almanya'sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına götürülmesinden sorumlu olan Eichmann, duruşmalar sırasında bir katil canavarlığında değildi. Fikrinden ve zikrinden dünyanın en büyük utançlarından birini çıkarmış bir adama hiç benzemiyordu. Düşünme ve muhakame yeteneği kaybolmuştu ve bir ihtimal de onlara hiç sahip olamamıştı.
Duruşmaları izleyen Hannah Arendt, Eichmann'ı dinginlikle dinleyerek yazmış sıradanlaştıkça vahşileşen kötülüğü. Eihmann terfi etmekten başka bir şey istemediğini söylemiş, kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini bir de. Ve savaşın tam ortasında, bowling oynamaya gitmesini anlatmış. Soğukkanlılık ile som bir dinginlik eşlik etmiş ona. Tekrar söylüyorum, kaybetmiş muhakame yeteneğini de düşünmeyi de.
Raci Tetik "Geldiğimde görev yapılmıyordu. Başa geçtim, örnek oldum. Talimatnameleri, kanunları uygulamaya başladım. Ama orası cezaeviydi. Hastane, okul, aşk gemisi veya yat kulübü değildi" demiş.
İnsanın kötülüğü ile ilgili bu memlekette öğreneceğimiz o kadar çok şey varken, bu cümle bir özet bile olamıyor üstüne. Fikre, zikre ve eyleme dayanan apaçık bir kötülük söz konusu yani. Bunu sıradanmışçasına anlatan katiller var bu memlekette. Bu cümleyi, bir haber olarak okuyup, gazetenin arka sayfasını çevirebilen insanlar var üstelik. 20 yaşında çocuğu olan anne ve babaların, öldürülen o 20 yaşındaki gençleri hiç yaşamamış saydığı bir memleket burası. Kötülüğün sıradanlığı kolektif olarak çıldırtmış bizi belli, yoksa bu kan donmuşluğu da can durmuşluğu da tarif edilemez başka bir hâl ile.
''Yaman ve Gül yere çömeldi. Tam tetik düşecekken 'İnsanlık onuru işkenceyi yenecek' sloganı attılar'' demişti Ayhan Çarkın. Yani bu memleket, 'insanlık onuru işkenceyi yenecektir' diyen 20 yaşındaki iki çocuğuna da tetik düşürmüştü kısaca. Bu utançla yaşamakla kalmadan üstelik, bunun bir utanç olduğunu farketmeden, o kaskatı hâlde yaşayabileceği zannına kapılmıştı. Şimdi bir vicdan temizleme yarışması başlıyor anlattılanlarla. Onların, öldürdüğü - "göz altında kaybettiği"- insanları, karakolların üst katlarından atladıklarını iddia ettikleri insanların yükünü hafifletmeye çalışıyor bu ülke. Hem geçmişin yüküne üzülüyor vicdan temizlemeye çalışanlar, hem de anlatılanların samimi olduğunu söyleyerek yakın geçmişi çok uzaktaymış gibi gösteriyorlar bize. Bu hesap sonucunda, onların suçunun bedelini ödediğini düşünenler de var üstelik. Oysa hiç bilmiyorlar bazı suçların, hiçbir bedelle ödenemeyeceğini. Yaman'ın ve Gül'ün ve daha nicelerinin yaşayamadığı her günün-her saatinin suçunun, bu memlekette her kim varsa, hepsine yazılı olduğunu bilmedikleri gibi.
Eichmann, muhakeme ve düşünme kabiliyetini kaybetmiş. Duruşmalarda soğuk, donuk, sıradan ve aşırı normalmiş. Ne üzerinde varmış öldürdüğü insanların ağırlığı, ne de yüzünde. Yaman'ın ağabeyi, kardeşinin -hiç değilse- kemiklerini istiyormuş. 4 Mayıs 1992'de gitmiş kardeşi. Canından can yiten her insan gibi peşine düşmüş bu gidişin, ''Biz yapsak köprünün altına bırakırız, haber de veririz ama bizimle ilgisi yok'' diyen emniyet amirleriyle karşılaşmış. Şimdi hiç değilse kemiklerini istiyor kardeşinin.
Muhakeme ve düşünme yeteğini kaybedenin, bu ağabey mi yoksa bu ağabeye bu cümleyi kurdurtan memleket mi olduğu sorusu kadük kalıyor sonra. Bir yumru halinde bu soru midenize oturdukça, hangi sorunun kadük kalmadığını düşüne düşüne yitiyorsunuz aklınızı. Vicdanınıza bir hâl olmamasını dileyerek belki de. Ve siz, geçmişi de geleceği de midenizdeki o yumru ile birlikte bir köprü altında bırakarak yol almak için neler verirdiniz kim bilir.
Eichmann, sadece yasalara uygun olarak görevini yerine getirdiğini söylemiş. Arendt, buna kör itaat demiş. Çarkın, ''Bu emirleri bize devlet verdi, biz devlet için iş yaptığımızı düşünüyorduk'' derken, körleşmiş bir itaat ve basmakalıp cümlelerle kutsanan tüm cinayetler geliyor aklınıza.
Tetik'in "Geldiğimde görev yapılmıyordu. Başa geçtim, örnek oldum. Talimatnameleri, kanunları uygulamaya başladım. Ama orası cezaeviydi. Hastane, okul, aşk gemisi veya yat kulübü değildi" cümlesi bir tokat gibi patlıyor yüzünüzde. Sonra o çocuklarının yaşayamadığı her günü tekrar tekrar düşünüyorsunuz. Hangi taş kesmiş vicdanın, bu emre bir bıçak sertliğinde ve kayıtsızca uyduğunu düşünerek korkuyorsunuz yaşadığınız topraktan. Ve bir insanın nasıl-hangi yolla bu kadar taş kestiğinin cevabını vermeye çalışıyorsunuz.
''Dünyanın en sıra dışı cinayetlerinden sorumlu bu adam, bunları olabilecek en sıradan güdülerle, iyi bir vatandaş olma isteği, terfi etme gayreti, görev duygusu ve nezih toplum inancıyla işlemişti. Şeytani bir zekayla değil inanılmaz bir sıradanlıkla konuşuyordu Eichmann; idam edilmeden önceki son sözleri bile, yasaya uymanın verdiği kıvancı yansıtan klişelerle doluydu'' diyor Arendt. Kötülüğün sadece sıradanlaşması değil bu, sıradanlaştıkça daha da korkunç bir vahşet yaratması kendi içinden. Zaptedilemeden, coğrafyadan coğrafyaya yayılması. Kötülüğün birbirine benzerliğinin sınır ve ülke tanımamasına yakın hâllerden bir de. Cinayetin, dünyanın her yerinde cinayet olduğunun ve kötülüğün korkunç bir karalıkla, zamanı olmayan bir salgın gibi insanoğlunun içine düşmesinin sıradanlığı.
İşkencecilerin o işkence seanslarından sonra evlerine nasıl gittiklerini düşünürüm ben. Ev yolunu nasıl katettiklerini, kapıdan girdiklerinde -eğer varsa çocuklarının yüzüne nasıl baktıklarını ya da bakıp bakamadıklarını düşünürüm. Kollarını kırdıkları o insanlardan sonra, kendi kollarını hissedip hissetmediklerini merak ederim. Soner'in, Hüsamettin'nin, Ayhan'ın ve nicelerinin ölümünden sonra Çarkın'ın evine nasıl gittiğini; Tetik'in hala nasıl rüya görebildiğini düşünürüm. Şimdi, öldürdüğü gençlerin yaşlarına varan çocuklarının yüzüne o zamanlar nasıl baktığını tahayyül etmeye çalışırım. O çocuklar, onlara baba dediklerinde, başka babalarının hakkını çaldığının farkına varıp varmadığını bilmek isterim. Mehmet Tepebaşı'nın işkencede yaşadılarını anlattığı ve işkencecileriyle hesaplaştığı kitapta sorduğu soruyu hatırlarım hep; ''Hangi çocuk, babasının -ne gerekçeyle olursa olsun- işkenceci olduğunu kabul edebilir ki?''[2] Ve hangi çocuğun -ne gerekçeyle olursa olsun- babasının katil olduğunu kendine nasıl itiraf edeceğini düşünürüm. Etmesinin mi edememesinin mi daha kabul edilebilir olduğunun hesabını yaparım. Eğer edemiyorsa, bunu, içinde bir yerde, kötülüğün yanı başında olmasını istemeyen bir insanlığın saklı olmasına bağlarım.
Çarkın, 19 yıldır öldürdüğü ve gözaltında ''kaybettiği'' insanları görüyormuş rüyasında. En çok da Cumartesi Anneleri'ni.
Bütün muhasebesi vicdan rahatlatmakmış. Kötülüğün sesinden, vicdan kelimesini duymanın ayrıksılığıdır Çarkın'ın vicdan muhasebesi bu yüzden. Düşünme ve muhakeme yeteneğinin başından kendini imha ettiği adamların sesinden çıkınca vicdan, bir kelime olarak dâhi tahammül edilemez bir hâle bürünür. Sonra siz rüyalara kızarsınız. O adamların karşısına geçip, '' Sizin rüyalarınız da suçlu, çoktan terketmeleri gerekirken sizi, hâlâ uykularınıza girebildikleri için.'' demek istersiniz. O güzel kadınları ve erkekleri, o adamların -rüyalarında dâhi- görmesini istemezsiniz. Çarkın'ın ya da Eichmann'ın ve nicelerinin rüyalarının, sonsuz bir karanlık hâlinde, her gece yakalarına yapışmasını istersiniz. Gittikçe kendilerini andıran sınırsız ve belirsiz bir karanlıkta boğulmalarını bir de.
Adaletin görünmez olduğu anlarda, hakikatin de kendini gizleyeceği gerçeği üstüne kurulurudur dünya. O hakikati bir gören bulup çıkarmazsa, tozlu odalarda unutulup giden bir gerçek oluverir hakkaniyet. Bu sebepledir, kötülüğün yayılmaya başladığı yerde durdurulamaması, bu sebepledir kötülüğün, hakikati adaletle birlikte bir odaya hapsedecek gücü kendinde bulması. Çarkın'ın , Tetik'in ve nicelerinin itiraflarının bir lûtuf gibi adalet sistemine kondurulduğu memleketlerde, adaletin gidip sistemin de paramparça hâlde elde kalması bu sebepledir.
Bütün bunlardan tek arta kalan kadınların Mamak Cezaevini anlattığı "Kaktüsler Susuz da Yaşar"da Gülşat Aygen'in son cümlesidir belki: "Anılarımın ortasında, tarihe insanın en çirkin yüzünü gösterenlerin değil, onurundan taviz vermemiş, en zor koşullarda bile her tür farklılığı aşarak dayanışmayı bilmiş Mamaklı kadınların yüzleri var."[3]
Arendt, dünyanın her yerinde daha nice Eichmannlar çıkacağını söyler. Kötülüğün; milliyetçilik, bürokrasi, ulus-devlet, kamu ahlâkıyla beraber, verilen talimatlar ile uyulan talimatların arasında olmayan boşluğun tam ortasına yerleşeceğini, bu yüzden de o kötülüğün, tam da bunların üstüne oturur hâlde, hepimizin başını ezmek için tetikte olduğunu görürsünüz siz de. Kötülükler içinde değişenin sadece onun yüzü olduğunu düşünerek... (IK/HK)
[1] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Metis Yayınları
[2] Mehmet Tepebaşı, Unutulması İstenen Yıllar, Dipnot Yayınları
[3] Kaktüsler Susuz da Yaşar - Kadınlar Mamak Cezaevini Anlatıyor, Dipnot Yayınları, İnsanın En Çirkin ve En Güzel Yüzü - Gülşat Aygen, s. 184.