Televizyon haberlerinde, Ludwigshafen’de dokuz Türkiyelinin bir yangın sonucu yaşamını yitirdiklerini duyduğumda, ister istemez "gene mi?" diye sormaktan kendimi alıkoyamadım. Doğal olarak –Almanya’da yaşayan bütün göçmenler gibi– ırkçı saldırı şüphesi içimi kararttı.
"Doğal olarak" diyorum, çünkü dünyanın en zengin ülkelerinden birisi olan Almanya’da insanların ten rengi, farklı giyimi veya bedensel engeli gibi sayısız "nedenle" dışlanmaya maruz kalmaları, saldırıya uğramaları, dövülmeleri veya öldürülmeleri olağan bir hal aldı. Ludwigshafen’de ırkçı kundaklama şüphesine düşmemek için hiç bir neden yok.
Bu satırları kaleme aldığım saatlerde, yangının çıkış nedeni henüz belirlenememişti. Sigortaları dolandırmak için ev veya işyerlerinin kundaklanması da "olağan" bir vaka sayıldığından, şu an için yaşamlarını yitiren dokuz insana üzülmekten başka bir şey elimizden gelmiyor.
Ancak bu olayın gerek Almanya, gerekse Türkiye medyasında veriliş biçimlerine ve her iki ülke politikacılarının verdikleri tepkilere değinmeden edemeyeceğim. Öncelikle göze çarpan, tuhaf bir tutum. "Aman, inşallah ırkçı saldırı değildir" beklentisi hayli yaygın. Sayıları her yıl binleri aşan ırkçı saldırıların vuku bulduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ölümle sonuçlanmayan ırkçı saldırılar haber değeri dahi bulamaz, Mölln, Solingen veya Hünxe’de olduğu gibi insanların bilerek katledildiği saldırılar unutturulmaya çalışılırken, bu beklenti tuhaf değil de nedir?
Almanya
Çoğunluk toplumu ve medyada bu olayla ilgili olarak söylenenler, her dramatik olay sonrasında söylenenlerden farklı değil. Aslında sonradan olacaklar şimdiden belli: Kundaklama değilse "üzücü olay". Eğer gerçekten yangında ırkçı saldırganların parmağı varsa, saldırı her zamanki gibi bireyselleştirilerek, "ırkçılık batağına saplanmış" bazı akılsız gençlerin münferit olayı olduğu söylenecek ve ardından da, sosyopedagojik yöntemlerle bu gençlerin bataklıktan nasıl kurtarılabileceği tartışılacaktır. Mağdur–suçlu ilişkisi ters yüz edilip, göçmenlerin varlığı ırkçılığın nedeni olarak gösterilecektir. Birkaç hafta sonra da olay unutulacak, olan yaşamlarını yitirenler ile onların acılarını çekenlere olacaktır. Yani süreç her zamanki çizgisini izleyecektir.
Irkçılığın toplumun merkezine kökleşmesine neden olan politikaları, ırkçılığın dayandığı egemen üretim, mülkiyet ve güç ilişkilerini skandalize etmek ise sadece marjinal gruplara kalacaktır. Gerçek nedenlerin, yani yangına asıl neden olan kıvılcımın kapitalist sömürü koşullarından çıktığı, kurumsal ve toplumsal dışlama mekanizmalarının ırkçılığı her gün yeniden ürettiği gerçeğinin üstü gene örtülmeye çalışılacaktır.
Türkiye
Türkiye cephesine baktığımızdaysa, gene alışılmış görüntülerle karşılaşıyoruz. Türkiye medyası, Türkiyeli olmayan göçmenler saldırıya uğradıklarında gıkını bile çıkarmazken, ırkçılığı "Türk düşmanlığına" indirgeyerek, kendi ırkçılığına malzeme yapmaktadır. Adının yanıbaşında "Türkiye Türklerindir" ibaresini kullanan gazeteciliğin, "Almanya Almanlarındır söylemi ırkçılıktır" demesi, ne kadar inandırıcı olabilir ki?
"Sahibinin sesi" ne ise, "sahibi" de aynısı. Türkiye’den işçi göçü başladığı tarihten beri Türkiyeli göçmenleri "döviz yumurtlayan tavuk", "anavatan" ürünlerini kullanmakla mükellef "tüketici" ve politikalarının gönüllü elçiliğini yapacak "lobi gücü" olarak gören Türkiye egemenleri, her zamanki gibi bu üzücü olaydan da politik prim çıkarmaya çalışıyorlar. Türkiyeli göçmenlerin sosyal, kültürel ve politik sorunlarına kaygısız kalan ve kendi yönetimi altındaki ülkeyi tam anlamıyla bir yangın yerine çeviren Erdoğan’ın, Ludwigshafen’i ziyaret etmek isteyişinin ardında aynı anlayış yatıyor.
Kısacası, Ludwigshafen yangını, yaptıkları yapacaklarının teminatı olan egemenlerin yüzüne ayna tutuyor: Gerçek suçlu sizsiniz! Doğru, genelde cansız bedenlerden ses çıkmaz. Ama bazı cansız bedenler vardır ki, onlar o cansızlıklarında güçlü sesleriyle gerçekleri haykırırlar: "Mölln, Solingen, Rostock, Hünxe...Sivas...Davutpaşa – failleri belli!"