Bir süredir Londra'da yaşamakta olan kardeşim bana düzenli olarak gönderdiği maillerinden birine bu cümlelerle başlamıştı. Birçok şeyin yanında biraz da umutsuzluk kokan bu sözler 'gönüllü' gidilen yabancı bir ülkede yabancı bir yalnızlaşmanın bitimsiz zorluklarına katlanılan her günün sabahına bir bakıma umut yükleyebilmek için debelenen bir ruhun çevirisiydi belki de. Kardeşim devam eden satırlarda "Katil..." diye adlandırıyordu Londra sabahlarını "bir günün daha canına okundu." Ama kiliselerin gonglarıyla uyandığı bu düzen kumkuması kentte yaşamaya devam ediyor hala.
Londra'nın güneyinde, merkezden dışarı doğru bölünen altı bölgeden ikincisinde "oval" adlı bir semtte, birbirine bitişik kırmızı tuğlalı evlerden birinde, farklı ülkelerden mesela Bolivya'dan, Mouritious adlı küçük bir adacıktan, Kolombiya'dan ve İtalya'dan çeşitli sebeplerle oraya gelmiş insanların bir nevi komünal yaşam sürdüğü bu üç katlı muntazam evin bir odasında tek başına kalıyor.
Orada yaşayan yabancıların öncelikli ortak derdinin 'ev' bulmak olduğunu, sürekli olarak bir yerde barınabilmek için haftalık ödenen kiralarını (o evde kişi başına 60 Pound olan) hiç aksatmamaları, gündelik ihtiyaçlarını karşılayabilmek, okuyabilmek, birikim yapabilmek için şartları ne olursa olsun herhangi bir işte çalışmaları gerektiğini onun sayesinde öğrendik. Uzak ülkeler hakkındaki ufak tefek bilgi kırıntılarının ötesine geçerek oradaki zorlu yaşam hikayelerini dinler ve izler olduk. Bencilce ama gerçek bu.
Şehir planlamasıyla ünlü Londra Türkiye'deki şehircilik anlayışıyla karşılaştırıldığında orada yaşayan Türklere kuşkusuz daha rahat bir yaşam sürme anahtarını veriyor. Diyelim ki Underground yani ünlü metro ağı ve her otobüs durağındaki time table (geliş gidiş saatlerini gösteren bir tür tabela) sayesinde hemen hiç aksamayan otobüs seferleri ile istenilen yere istenilen zamanda ulaşabilmek gibi kolaylıklara sahip olunabiliyor. Sorunsuzluk üzerine kurulu kentte trafikle cebelleşmiyorlar. Yollar ve alçak kaldırımlar sayesinde sakatlar mağdur olmuyor. Yaygın olarak kullanılan doğalgaz sayesinde ısınma sorunu yaşamıyorlar.
Ancak her şey bunlarla bitmiyor elbette. Uzun yıllardır orada yaşayan Türklerin kimlik bunalımlarıyla birlikte kendilerine bir yaşam alanı açabilmesi mümkün olsa da yeni gidenler özellikle öğrenciler için başlangıçlar her zaman zor oluyor.
Giderek alışılan gündelik hayat rutinleri haricinde kentin kozmopolit yapısı içindeki kültürel farklılıkların hazmedilmesi çok daha uzun bir süreci mecbur kılıyor.
Yaklaşık 15 yıldır Londra'da yaşayan ve orada bir restoranı bulunan bir Türk ailesi yaşam koşulları bir hayli iyi olmasına rağmen bir gün Türkiye'ye dönüp adalardaki evlerinde sakin ve sessiz bir hayat sürmek istediklerini söyleyebiliyorlar. Gözlerindeki nemli özlemle titreyen sözleri sürüp gidiyor.
Bir Türk öğrenci bir sebeple iltica talebinde bulunduğu bu ülkeden 7 yıldır ayrılamadığını belirtiyor. Sevdiklerini görememenin yarattığı ağır hüznün bile semalarında bulutların eksik olmadığı bu kentin onda yarattığı garip bağlılığın ötesine geçemediğini de ekliyor utanarak.
Gene bir Türk öğrenci (üniversite mezunu) bir restoran mutfağında günde ortalama 12 saat bulaşık yıkıyor. Oraya gittiğinden beri dil okulu, iş ve evi arasında mekik dokuyor.
İştahlı bir ağız gibi açılan kapakları ile Tower Bridge'i, Houses of Parliament'i, British Museum'u, National Gallery'i, ünlü Picadilly Circus'u ve merak ettiği diğer yerleri gezip görebilme imkanını bulamamış.
Londra Royal Academy of Arts'da açılan "Türkler: Bin Yılın Yolculuğu" sergisini de gezemeyecek büyük bir ihtimalle.
Çünkü çalışıyor olacak. Bu örneklerdeki gibi özellikle dil okullarında okuyan ve akademik eğitim gören veya mültecilerden oluşan kesim restoranlarda, kantinlerde, otellerde ve marketlerde daha önce oraya yerleşmiş olup bu tip sektörlerde yatırım yapan Türk işverenlerin bir kısmının yanında sigortalı olarak, diğerlerinde ise kaçak işçi olarak çalışıyorlar.
Çoğu iş-ev- okul üçgeninden sıyrılabildiğinde özellikle cuma geceleri pub'lara gidiyor. Bu geleneksel İngiliz kültürünün içine karışıp tacize uğrama ya da soyulma korkusu olmadan, kendi hallerinde ve rahat bir gece geçirme imkanını buluyorlar.
Aralarında yabancı bir ülkede bulunmaktan dolayı edindikleri yakınlaşma refleksi ile kimlik farklılıklarından ötürü yerleşikleşen uzaklık hissiyle bölünen bu gençler Londra'nın 'öteki' lerinin içinde tek bir başlık altında anılamıyorlar dolayısıyla. Buna rağmen ilk defa Londra'ya ayak basanlar için orada tanıdık birilerinin olması güvence sağlıyor.
Velhasıl Türkiye'deki kısa tatillerinden dönenler arkalarında sürükledikleri onlarca kiloluk bavullarının içine sığdırabildikleri her şey için oradaki arkadaşlarını da düşünüyorlar. Küçük ama önemli haberler, aşerilen yiyecekler, ufak hediyeler, üzerlerine sinen toprak, hava ve su kokusu... Londra'da ise yaşam hiç durmuyor. Gece, saatler, puslu sabahın içine erkenden uyanmak için kuruluyor. Sessizce kapanan ağızlar ertesi günün ilk "Yes please" ini söylemeye hazırlanıyor. (TBÖ/YS)