Önce, zor da olsa insanı sarsan bu olayı bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Londra’nın Woolwich semtinde geçtiğimiz Çarşamba günü, bir İngiliz askeri, radikal İslamcı olduğu söylenen Nijerya asıllı iki kişi tarafından öldürüldü. Olayın hemen ardından İngiltere’de yeni bir ırkçı dalga kabarmaya başladı. İngiltere’de yaşayan Müslümanlara yönelik saldırı ve tehditler artarken, İngiliz Savunma Ligi adlı grup Müslümanları hedef alan ve nefret söylemleri içeren protesto gösterilerini başlattı.
Irk ve din ayrımcılığına karşı bir ihbar hattı bulunan Faith Matters isimli vakıftan yapılan açıklamada ise, cinayet olayının ardından son üç günde 162 ihbar geldiği bildirildi. BBC’nin haberinde, saldırı öncesi günlük sadece altı civarında olan ihbar sayısının 162’ye ulaşılmasına dikkat çekerken, Vakfın kurucusu ve yöneticisi Fiyaz Mughal, olayların camilere yönelik saldırılardan, Müslüman kadınların başörtülerini çekmeye kadar vardığını vurguladı.
Mughal, İngiltere’nin birçok yerinde gerçekleşen saldırı ve tehditlerin özellikle internet yoluyla organize edildiğini, ya da gerçekleştirildiğini belirtirken, İngiliz polisinin, internete saldırgan ve ırkçı mesajlar yazan pek çok kişiyi de gözaltına aldığı öne sürüldü.
Nasıl oluyor da; demokrasinin beşiği sayılan, hoşgörüsü vurgulanan, “çok kültürlü toplum” modeliyle dikkat çeken İngiltere’de gerçekleşen bir cinayet birden ırkçı saldırıların patlamasına neden oluyor? Bu sorunun yanıtı, kamuoyu oluşturan önemli aktörlerin davranışlarını mercek altına almamızı da beraberinde getiriyor. Cinayet hemen ardından ırkçı saldırıların ve nefret söyleminin patlama yapmasında, ana akım medyanın ve hükümetin önemli bir rolü var. Olayın ardından, politikacıların ve ana akım medyanın kullandığı sıfatlar, özellikle bazı gruplara, Müslümanlara yönelik olarak başlattıkları nefret söylemi, ırkçı grupların iştahını daha da kabarttı. Belki de bu söylemleriyle toplumda kin ve nefretin kabarmasını sağlayarak, Avrupa’da son dönemde tartışılan “çok kültürlü toplum” modelinin artık işlemediğini vurgulamak istemişlerdir.
Acaba yönlendirmeye çalıştıkları toplum da onlar gibi mi düşünüyor? Çok kültürlülük, İngilizlerin çoğunluğunu rahatsız mı ediyor? Tabii ki bu geniş bir araştırma konusu ancak lokal olarak Londra’nın Woolwich semtinde konuştuğum İngilizlerin çoğu, olayın şoku henüz atlatılamamasına rağmen, çok kültürlülükten bir şikayetlerinin olmadığını söylediler. Müslümanlar için ise, “toplum için yararlı insanlar”, “iyi komşuluk ilişkileri geliştirebiliyorlar”, “paylaşmayı seven insanlar” cümlelerini kurdular. Son cümle olarak da, “yıllardır huzur içinde birlikte yaşıyoruz” dediler.
Ana akım medyanın nefret söylemine rağmen, halkın büyük kısmı sağduyusunu yetirmiş değil. Zaten, Londra’da 2011 yılının Ağustos ayında gerçekleşen ve adeta bir ayaklanmayı andıran olaylarda da medya benzer bir tavır takınmıştı. Bu cinayet olayı haberini verirken de medya, işin özünü atladı, öz yerine biçimi öne çıkardı. Cinayetin nedenleri sorgulanmak yerine, katil kullandığı cinayet aleti, katilin kanlar içindeki eli defalarca gazetelerde ve televizyon ekranlarında yayınlandı. Cinayet detaylarına kadar anlatılarak, nefret duygusu körüklendi; nefretin çemberi genişletildi. Nefretin hedefi Müslümanlar, özne ise Nijeryalılardı. Hem Müslüman, hem Nijeryalı olmak katil olmakla eşdeğer tutuldu neredeyse… Belki de olaya bu şekilde yaklaşmak, çatışmanın ana nedenini örtmeye yönelik bir politikaydı.
İki radikal kişinin bir insanı öldürmesi ne kadar kabul edilemez ise, Müslümanların, Nijeryalıların tümün saldırgan gibi göstermek de, o kadar kabul edilemez olsa gerek. Üstelik olayın hemen ardından İngiltere’de bulunan Müslüman dernekleri yaptıkları açıklamalarla, saldırıyı kınadıklarını bildirdiler. Olayın Müslümanlara mal edilmemesi gerektiğini vurguladılar. Ancak bu bile medyanın nefret söylemine engel olamadı.
Kimi medya organları ve kimi politikacılar, saldırı sonrasında Müslümanları ve Nijeryalıları hedef göstererek, toplumsal ayrışmayı körüklüyor, Londra’nın çok kültürlü yapısına da zarar veriyorlar. İnsanların, kültürel ve dinsel farklılıklarını öne çıkararak, toplumun kaynaşması yerine ayrışmasına neden oluyorlar. Tıpkı 2011 yılında Londra’da yaşanan olayların ardından yaptıkları gibi.
Woolwick saldırısı sonrası ortaya çıkan tablo, tıpkı 2011 olaylarında olduğu gibi Londra’da yaşayan Müslümanların hayatlarını daha da zorlaştıracak. Cinayetin arka planı göz ardı edilerek, yine düşman kamplar yaratılacak. Belki de hükümet bu sayede; ulusalcı politikalarını daha da derinleştirerek, göçmenlere karşı daha katı önlemlerin alınmasının zemini hazırlanacak. Sonuç olarak; etnik azınlıklara yönelik saldırılar artık günlük yaşamın bir parçası haline gelirken, hükümet azınlıkları ötekileştirmekle kalmayacak, yaşamlarını daha da zorlaştıran yeni kararlara imza atmak için uygun bir ortam bulmuş olacak. (DŞ/EKN)
* Dr. Doğuş Şimşek, Sosyolog, Londra Regent’s Üniversitesi