Limonlu granitam ile Signoria Meydanı’na vardığımda öğleden sonraydı. O öğleden sonra gördüklerimi birazdan anlatacağım. Ama buna geçmeden önce tecrübe ettiğim bir bilgiyi paylaşmam gerekiyor.
Şu tur şirketlerinin düzenlemiş olduğu gezilerden biriyle Avrupa'nın bazı şehirlerini gezmeyi planlıyordum. Detaylı araştırmalarım sonucunda hem rotası hem de ücreti uygun bir tur bulmuştum. Yolculuk otobüsle olacak ve üç hafta sürecekti. Avrupa'nın 20 şehrini kapsayan bu gezi bir anlamda daha sonra yapılacak ayrıntılı geziler için bir ön yoklamaydı. Otel ve otobüs konaklamalı gezi genel olarak iyiydi. Otobüste geçen süre hariç. Tur şirketini araştırmış ve şartlarıma uygun olanı seçmiştim. Ama bu yetmez. Çünkü tura eşlik edecek kişilerle zevklerinizin ve anlayışınızın da uyması gerekir. Aksi halde benim gibi yöresel ezgiler, halay, çiftetelli üçlüsüne maruz kalabilirsiniz.
“Ne var canım işte eğlenceli ortam!” diyebilirsiniz. Zaman zaman otobüsün içindeki ses seviyesi işitme rahatsızlıklarına neden olabilecek boyuttaydı. Yani çoğu zaman 85 desibeli aşan bir gürültünün içinde dinleniyordum. (85 dB Üzerindeki sesler işitme rahatsızlıklarına neden olur.)
Her gittiğimiz yere kendimizi götürmek zorunda değiliz.
Şu gürültü mevzusuna bir kaç şey daha eklemek isterim. Sokakların, parkların, apartmanların, lokantaların, insanların kısacası kocaman bir ülkenin her tarafının gürültülü olması yorucu. Bilim insanları gürültünün insanlar üzerinde öfke, uyku bozukluğu, çalışma konsantrasyonu kaybı ve zihinsel faaliyetlerin azalması gibi sorunlara neden olduğunu söylüyorlar.
Rahatsız eden gürültüden keyif verecek gürültüye doğru hızlı adımlarla yol alırken epey susamıştım. Önüme çıkan ilk pastaneden karsambaç benzeri bir içecek aldım. Limonlu Granita. (Bu arada gezinin büyük bir bölümünü gruptan ayrı bir rota izleyerek sürdürdüm.)
İlk durağım Signoria Meydanıydı. Meydanda kafeler, restoranlar, heykeller ve Vecciho Sarayı ilk göze çarpanlardı.
Telefonumdan yardım alarak sarayla ilgili bilmem gerekenleri yolculuğun gürültülü kısmında -otobüste- not defterime kaydetmiştim. Floransa’nın en eski resmi yapılarından biri olmak dışında 14. Yüzyılda Floransa Cumhuriyeti Yürütme Konseyinin de yönetim merkezi olarak kullanılmış. Sadece bu kadar da değil. Sonraları bu saray Medici ailesi tarafından ev olarak kullanılmış. Günümüzde de belediye sarayı olarak kullanılıyor. Notlarımın arasında Medici ailesine geniş yer vermiştim.
Mediciler, Yakın Çağ’ın başına kadar –Orta Çağ’ın son yıllarından itibaren- İtalya'nın Floransa ve Toscana kentlerinin tarihinde rol oynamış varlıklı bir ailedir. Ailenin varlık kaynakları; büyük yün dokumacılığı, ticaret ve bankacılıkmış. Bu kaynaklardan elde ettikleri geliri de kentin siyasal ve sanatsal etkinliklerinde cömertçe kullanmışlar. Ve bu durumdan dolayı kentte söz sahibi de olmuşlar. Özellikle yoksulların partisi olan Popolari partisinin yanında yer almaları; halkında aileyi desteklemesini sağlamış. Aile üyelerinden Lorenzo de Medici dönemi Avrupa Rönesans hareketinin Altın Çağı sayılır. Aynı zamanda Lorenzo de Medici büyük bir şairmiş. Konu şiire gelmişken Dante'den bahsetmek istiyorum. Floransalıdır. Bu arada Floransa İtalyanca “Firenze” diye yazılır ve “Firentze” diye okunur. Bu bir çiçek ismidir.
Limonlu Granitam bitince artık tek adım atamayacak kadar yorgundum ve açtım. Dante'den bahsedeceğimi söylemiştim, unutmadım! Fakat aç karnına İlahi Komedya'yı anlatırsam hata yapma olasılığım artabilir. Kimse böyle bir riski göze alamaz!
Bu tıpkı şu reklam repliği gibi bir şey. “Açken ben, ben değilim.”
1889 yılında İtalya'nın Napoli kentini ziyaret eden İngiltere kraliçesi Margarita'ya tasarlanan pizzadan istedim. (Pizza Margarita, o la la!)
Bu pizza aynı zamanda İtalya bayrağının üç rengini de simgeler. İncecik açılmış hamurun üstüne kırmızı renkli domates sosu, onun üstüne beyaz renkli mozzarella ve en üste de yeşil renkli fesleğen konularak hazırlanıyor. Hem yapılışı hem de yemesi zahmetsiz olan mütevazı yemeğimin üstüne enfes de bir tatlı yedim. İsmini not almadığım için şuan hatırlamıyorum.
Çocukluğumuzun çizgi filmi, Ninja Kaplumbağalar’dan isimlerine aşina olduğumuz ünlü heykeltıraş ve ressamların eserlerine daha uzun bir süre ayırmam gerektiğini defterime not almışım. (Leonardo, Rafael, Donatello ve Michelangelo)
Meydanı dolduran heykelleri ve kiliselerin, sarayların duvarlarını örten devasa resimleri anlatmak için uygun bir kaç cümleyi düşünüyorum. Tek kelime yeter aslında, büyüleyici! Neptün Çeşmesi, I. Cosimo'nun at üzerindeki heykeli, Medusa'nın kesik başını elinde tutan Perseus'un heykeli, Satir heykeli ve güvercinler ve David heykelinin kopyası… Bir açık hava heykel müzesinin içinde sınırlı bir zamana sahip olmak, haksızlıktı. Akşam güneşi batmak üzereydi. Şehrin içinden geçen Arno Nehri boyunca yürüdüm. Nehrin üstüne yapılmış Ponte Vecchio köprüsünün fotoğraflarda görünmesi için şekilden şekle giren turistleri izlemek, keyifliydi. Yabancı bir yerde olmanın yaratmış olduğu kaygısızlığa alışmak, kolaydı. Hatta bunu geziden sonra da bir süre muhafaza edilebiliyorsun. Ama otel odalarının yabancı sokakların seslerin de bir kokusu vardı. Ve bu kokuyu sürekli muhafaza etmek mümkün değildi.
.
.
İstanbul'un gürültüsüne eşlik eden ayaklarım nispeten daha az gürültülü bir sokağa yöneldiler. Serdarı Ekrem sokakta bulunan Anglikan Kilisesinin önündeydim. Ne zaman sıkılsam ayaklarım beni buraya getirirler. Taş malzemeden yapılmış Neogotik tarzın egemen olduğu kilise genelde sakindir. Bahçesinde bulunan kocaman ağacın gölgesinde oturup uzun zamandır okumayı planladığım kitabın ilk sayfasını açtım. Şöyle başlıyordu: “Bu kitap, günümüzden altı yüzyıl önce, Sağır Ortaçağ diye adlandırılan dönemde yaşamış bir insan üzerinedir.” *
.
.
Dante'yi ve Duomo Meydanı'nda bulunan Floransa Katedrali'ni, Giotto'nun Çan Kulesi ve Aziz Giovanni Vaftizhanesi'ni de anlatacaktım. Sanırım biraz sıkıldım ve canım kitap okumak istiyor.
* Ben de halimce Bedreddinem: Radi Fiş: Evrensel Basım Yayın.
Bu yazı daha önce Gezmania'da yayınlandı.