Lice'de, 18 yaşındaki Medeni Yıldırım adlı gencin yaşamını yitirdiği ve 9 kişinin yaralandığı olaya dair bir şey söylemeden önce Lice'ye dair bir şeyler söylemek gerekiyor.
Lice, gerek sarp coğrafik yapısı nedeniyle kente yakın ama kentten izole siyasal ve sosyal yaşamı, gerekse Kürt siyasal hareketinin kurulduğu Fis Ovası'nda bulunması nedeniyle her dönem devletin/iktidarların "hakim olma" refleksi ile yaklaştığı yerleşim yerlerinden biridir. Bu sebepledir ki Lice tarihi, dönüm noktası niteliğindeki olaylar ve bir o kadar da trajik gelişmelerle doludur. Devlet ile vatandaş arasındaki pamuk ipliğine bağlı "tekinsiz" ilişki biçimi havasına, toprağına, suyuna işlemiş gibidir. Asker nüfusunun sivil nüfusu aştığı; ilçenin bir sivil yerleşim yerinden çok, askeri bir üs görüntüsü aldığı zamanlar çok olmuştur. Bir Licelinin metrekare başına eşleştiği asker sayısı çoğunlukla sivil sayısını geçmese de, aradaki psikolojik uzaklık kilometreleri aşmıştır her daim. Depremlerin vurduğu yalnız ilçenin toprağı, 90'ların karanlık ortamında çok gencin bedenini zamansız kabul etmiştir ancak hiç susmamıştır, hiç kabullenmemiştir kendisine reva görüleni. Dağım taşım yeşile boyayan postal ile bu nedenledir hem dip dibe hem kilometrelerce mesafeli duruşu. Salt duygusal bir mesafe veya küskünlük değildir bu; yılların yaşanmışlığı, evine, ocağına, onuruna, çocuğuna vura vura yaratmıştır bu mesafeyi. Zulüm kapısına dayandıkça başını dik bedenini siper etmiştir. Henüz 18'inde olan Medeni'yi acımasızca katleden silahlara karşı durduğu gibi durmuştur hep. Özcesi, ne Licelilerin tam donanımlı askerin karakoluna karşı bedeni ile karşı duruşu, ne de o askerin silahından çıkan kurşun tesadüftür.
Bizler kentlerin "güvenli" ortamlarında barış kutlamaları yaparken, onlar yanı başlarında yükselen yeni savaş kalelerini görmezden gelememişlerdir. Postalla aralarındaki duygusal değil mantıksal mesafe, "bu işte bir iş var, bu duvarlar barışa karşı örülüyor" dedirtmiştir. Liceli gencin yaşamı pahasına karakola attığı küçük bir taş, belki o karakolun duvarım değil ama iktidarın Bizans oyunları ile beyinlerde örmeye çalıştığı duvarı dağıtmıştır. Memleketin doğusundan batısına herkeste travmatik bir etki yaratmasının nedeni de budur. "Ölenin arkasından dökülen yaş, aslında insanın kendi ölümüne döktüğü yaştır" diye bir söz vardır. Elbette 18'inde genç bir fidanın katledilişi insan olan herkesin yüreğini yakmıştır, ama esasta hiçbir dönem olmadığı kadar yüreğimizde filizlenen barış umudunun ölme ihtimalinedir döktüğümüz gözyaşları. Lice'de bir tane Medeni değil, sanki yüzlerce belki binlerce Medeni ölmüştür. Dolayısıyla hem barışın takipçisi olmanın nasıl bir şey olduğunu göstermiş, hem de 21 Mart Diyarbakır Newrozu'ndan bu yana iktidarın barış için ne yapıp ne yapmadığını bir kez daha gözden geçirmek zorunda bırakmıştır herkesi.
Bu süre içerisinde PKK, Türkiye sınırlan içerisindeki silahlı güçlerini sınır dışına çekmeye başlamıştır, geri çekilme hala devam etmektedir. Bu adım her şeyden önce çatışmaları bıçakla keser gibi durdurmuş, bir tek asker ölmemiştir. Kürtler köylerinin yanından dizi dizi çekilen çocuklarını uğurlamaktan bile çekinmiş, çocuklarının "gidişine" toprak damlı evlerinin pencerelerinden "barışın hatırına" uzaktan el sallamakla yetinmişlerdir. Bırakalım Kürt siyasal hareketini, her Kürt barışa halel gelmemesi için aldığı nefesi bile düzenlemeye çalışmış, insan olarak, birey olarak geçmişi bir yana bırakarak, sorumluluğunu yerine getirmek için olağanüstü bir çaba harcamıştır.
Bu çabanın karşısında iktidar ne yapmıştır? KCK adı altında tutsak edilen binlerce Kürt siyasetçi hala cezaevindedir, çatışmak yıllarda suç şebekesine dönüşen koruculuk sistemine taze kan arayan hükümet yeni korucu kadrola- n açmıştır ve PKK'nin geri çekilmesi devam ederken, yani çatışmalar durmuşken her ne hikmetse yeni karakolların yapımına hız verilmiştir. Başka bir ülkede olsa AKP ileri gelenlerinin kameraların karşısında bile gözyaşlarını tutamayacağı bir sivil direnişe, üstelik de barış görüşmeleri devam ederken sıkılan kurşunu hükümetin soruşturmadan sahiplenmesi ise, başka bir tehlikeyi ortaya koymuştur. Ne Gezi Parkı eylemlerinde 4 kişiyi öldüren ve yüzlerce kişiyi yaralayan polis ne de elinde taş ve sopa olan köylüye ateş eden askerin "barış sürecinden" haberi yoktur. Başbakanın her fırsatta "benim polisim, benim askerim" diye sahiplendiği bu iki koca ordunun neferleri belli ki hükümet tarafından barışa motive edilmemiştir. Dolayısıyla hala sivillere kurşun sıkılacak düşman gözüyle bakmaktadır, yani süreci sabote etme gibi bir kaygısı yoktur. Çünkü hükümet 18 yaşındaki gençleri düşman, ellerindeki taşı da "silah" ilan etmiştir, asker ve polis de "silaha" karşı kendi elindeki silahı kullanmaktan imtina etmemiştir.
Savaş kokusu gelen yeni karakollara karşı halkın direnişini "uyuşturucu bağlantısı" veya "narkoterör" ile ilişkilendirmek ise Kürtlere, Türklere, bu ülkede barışa inanan insanlara, bunun için mücadele edenlere düpedüz hakaret olmuştur.
Söz uyuşturucu ticaretine gelmişken, hükümetin o karakollara ek binalar yapmak yerine, uyuşturucu ticaretine karşı mücadele için tümünü yıkması gerekiyor. Çünkü 1990'lı yıllarda OHAL valilerinin, rütbeli askerlerin, devlet görevlilerinin keselerini uyuşturucu ticareti ile doldurdukları, bölgede yedeklerine aldıkları korucu başlarının tetikçiliğinde bugünkü sefalarının alt yapısını kurdukları ve o zehrin tam da o dağ başlarındaki karakollardan geçerek topluma yayıldığı devletin resmi raporlarında sabittir artık. Bunu yetkili etkili devlet adamlarının yürüttükleri soruşturmalar ve davalar ortaya çıkarmıştır; yalansa biz devletin yalancısıyız. Ayrıca bugüne kadar bir uyuşturucu tacirine tek kurşun sıkıldığı, bir karakolun uyuşturucu ticareti yapan bir grupla çatışmaya girdiğini hatırlayan varsa beri gelsin. Yani aslında bu kadar söze bile ihtiyaç duymayacak kadar iknadan uzak ve toplum zekasını küçümseyen bir izahtır "karakolun uyuşturucu ticaretini engellemek için yapılıyor oluşu." Ya da o köprülerin altından çok sular akmış ve insana karşı işlenen suçların bu kadar "kolay" izahlarla geçiştirildiği bir ülke değildir artık Türkiye.
Sadece bu birkaç gelişmeye bakıldığında, son grup toplantısında "barış bir süreç işidir" diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kastettiği "barış sürecinin" başka bir ülkeyi ilgilendiren bir "süreç" olması gerekiyor. Ya da başbakan aklındaki "sürece" dair "başka bir şey" mi anlatmaya çalışıyor? Malum, yaklaşan seçimler var, devletin Kürtlerle barışmasını istemeyen oylar var ve iktidarı ebediyen kaybetmek istemeyen bir ego var. Acaba başbakanın kastettiği "süreç" 10 gün Kürtlerle barış, 20 gün ulusalcılarla dans, bir ay cemaatle vals ile geçecek ve bu toz duman içinde "kaç oy kazansam kardır" sloganı ile yürüyecek bir "süreç" midir? Eğer AKP'nin "süreci" böyle bir şeyse, gerilimin tırmanması da elbette hükümetin manevra alanını genişletecek, istediği "ata" oynamasını kolaylaştıracaktır.
Ancak geçmişteki iktidarlar gibi AKP'nin de kapısıma dayandığı halde görmediği bir gerçek var ki; o da Kürtlerin ne geçmişteki direnişleri ne de bugünkü barış ısrarlarını iktidarlara endekslemedikleridir. Kürtlerin milyonlarla yürüttüğü özgürlük ve barış yürüyüşü sınırları, lokal siyasetleri, parti çıkarlarını çoktan aşmıştır ve artık Türkiye'deki tüm ötekileştirilenlerle buluşmaya başlamıştır. Bu yürüyüş, doğru okursa AKP için hep istediği "tarihe iz bırakma" ukdesini gerçeğe dönüştürecek bir fırsattır. Aksi halde, geçmişte "mağduruz" edebiyatı ile oy aldığı kitlelerin artık yanında değil karşısında olduğunu Gezi Parkı eylemi ortaya koymuştur; yani AKP karşısındaki cephe çok genişlemiştir. Uğruna Lice'de, İstanbul'da, Ankara'da gencecik insanların ölümüne göz yumduğu seçimde ise bunun ilk sağlam dersini alacaktır.
* Mesut Çelik, Makina Mühendisleri Odası Diyarbakır Şube Başkanı