Bugün AKP iktidarının Libya’daki kaos içinde kendi ulusal çıkar arayışını sürdürürken, çözümden ziyade, küllenmiş gözüken ateşe benzinle yaklaştığını verilen karşıt tepkilerden anlamak mümkün. Durumu anlamak için yakın geçmişe bir projektör tutmak yararlı olur sanıyorum.
“Arap Baharı’’ depreminin Tunus ve Mısır’dan sonra etkisini, ardıllarla değil doğrudan daha şiddetli gösterdiği ülkelerden Libya’da 17 Şubat 2011’den bu yana devam eden çatışma, müdahale ve bölünmelerle boğuşmaya devam ediyor.
40 yılı aşkın Kaddafi’nin dikta yönetimi altında yaşayan Libya halkının, Tunus ve Mısırdaki halk ayaklanmalarından aldığı cesaret ve motivasyonla sokaklara çıkarak; demokrasi, özgürlük ve eşitlik talepleriyle sistemde değişim ve devrim istemesi kadar meşru bir hak talebi olamazdı.
Zira bölge halklarının bütününde, geleceğini tayin etme haklarının gasp edildiği, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerin yasaklandığı otoriter bir tarihi dönemin Ortadoğu ve kuzey Afrika da ‘’Arap Baharı’’ toplumsal dalgasıyla sarsılıp yıkılmasının fitili ateşlendi.
Tabii ki, emperyalist küresel ve işbirlikçi yerel güçlerin bu devrimci sürece seyirci kalması şaşırtıcı olurdu. Nihayetinde başta; ABD, Fransa ve Britanya tarihsel rolleri gereği şaşırtmayarak “demokrasi ve barış’’ söylemleri altında sundukları türlü desteklerle halk hareketlerine yön tayin etmeye başlamışlardı bile.
NATO, Libya’ya direkt müdahale ediyor
Libya’da 17 Şubat halk hareketini fırsat bilen NATO güçleri için, Kaddafi’nin yönetimi süresince, kendilerine karşı meydan okurcasına bir siyaset izlerken kimi zaman Sovyetlere yaslanarak kafa tutmaya varan duruşunun bedelini ödetmenin vakti gelmiş, intikam almanın tam fırsatı yakalanmıştı.
Fransa'nın öne çıkıp, bir taraftan, BM nezdinde uçuşa yasak bölge kararı çıkartarak hava saldırılarını başlatmasının ardından, NATO ülkelerinin var güçleriyle bir yandan Kaddafi’ye bağlı ordu birliklerine karşı hava saldırısına geçip diğer yandan isyancı güçlere her türlü askeri ve eğitim desteği verdiğini tüm dünya TV ekranlarından izlemişti.
“Demokrasi’’ getirme bahanesiyle Libya’nın başına leş kargaları gibi üşüşen NATO kuvvetleri, Kaddafi'ninesir edilerek 20 Ekim 2011'de doğduğu kent olan Sirte’de öldürüldüğünü dünyaya servis ettiler. Böylelikle batılı emperyalist güçler, on yıllar öncesinden kovuldukları, petrol zengini Libya’ya rahatça dönebilecekleri koşulları ve ilişkileri yaratmış oldular.
Türkiye, başta neden müdahale istemedi?
Libya yönetimiyle önemli ekonomik, ticari ilişkiler içinde olan ve inşaat sektöründe boy gösteren Türkiye, Kaddafi yönetiminin bu denli kısa sürede yıkılacağı tahmininde bulunmadığı için başta NATO müdahalesini teyit etmediğini açıklasa da hızlı gelişen olaylar karşısında tavır değiştirerek dış güçlerin destek sunduğu silahlı isyancılar safında yerini aldı.
Yarının Libya’sında, önceden sahip olduğu çıkarlarını garanti altına alma telaşına düşen Türkiye ve emsali bölgesel ve batılı güçler, Libya halkının, ulusal birlik, demokratik ve barışçı geleceğinden çok Libya’da mevzi tutma, petrolden pay alma ve nüfuz dayatmayı gündemlerinin başına oturtunca, Libyalı isyancılarla daha sıkı bağlar kurma gereğini duydular.
Aynı şekilde farklı sınıfsal, ideolojik ve sosyokültürel yapılara sahip karşıt isyancı güçler varlıklarını idame ettirmenin yolunun, güçlü dış kuvvetlere dayanmaktan geçtiği idrakiyle hareket ederek partnerlerini seçtiler.
İktidar savaşı kızışıyor, bölünme derinleşiyor
7 Temmuz 2012’ye kadar Libya’nın bütününe egemen olma savaşının, bölgenin tüm siyasal aktörlerini içine alması, Libya halkı kadar, müdahaleci dış güçleri de tedirgin etmesi ve bölünmenin giderek coğrafi ve idari olarak derinleşmesi sonucu oluşan bir geçiş konseyi öncülüğünde bir seçim yapıldı.
200 sandalyeden oluşacak Meclis’te 80 sandalye partilere,120 sandalye bağımsızlara ayrılmıştı. Seçimlerden, onlarca gücün birleştiği Mahmut Cibril başkanlığındaki Ulusal Güçler İttifakı (liberal) 39 sandalye ile 1. çıkarken, Adalet ve İnşa Partisi (Müslüman Kardeşler) 17 sandalye ile 2. parti oldu. Bu sonuçlara göre bölge genelinde ve özellikle Mısır ve Tunus hilafına Müslüman kardeşler, istenilen başarıyı gösteremedi.
Seçimin ardından kurulan geçiş hükümeti, ülkenin ulusal birliğini sağlayamadığı gibi taraflar arasında silahlı çatışmaları da engelleyemedi ve ülkenin, batı (Ulusal Mutabakat Kükümeti) ve doğu (Millet Meclisi) olmak üzere iki ayrı bölgeye ayrılmasının önüne geçemedi.
Birleşmiş Milletler'in (BM) yoğun çabaları sonucunda,17 Aralık 2015 te, çatışan taraf temsilcilerinin Fas’ın Skhirat (Şırat) kentinde bir araya getirilerek, yeni Ulusal Kongre ve seçilmiş Temsilciler Meclisi'nin anlaşma imzalamaları ardından, Sarrac başbakanlığında kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti,( 2016 – 2021) BM, AB ve Türkiye tarafından tanınırken, seçilmiş Temsilciler Meclisi Mısır, BAE, ABD, Suudi Arabistan, Fransa ve Rusya'nın desteğini almaya devam etti.
Libya’ya müdahale eden dış güçlerin bu konumlanması, çatışan iç güçlerin iktidar mücadelesini daha da alevlendirdi. General Halife Hafter; Fayez es Sarrac geçici hükümetinin, Türkiye ve Katarı arkasına alarak İslami bir yönetim kurduğu iddiasıyla Trablus’a karşı başlattığı 2. Libya iç savaşı, iç güçler kadar dış güçleri de karşı karşıya getirirken Libya; Batı (Trablus) ve Doğu (Tobruk) olmak üzere iki başlı iktidarlarca yönetilir hale geldi.
Türkiye, Libya İç savaşında taraf..
Libyalı güçlerin iç savaşında taraf olan dış güçlerin değişik gerekçelerle aldıkları siyasal pozisyonla yetinmeyip bir işgal gücü haline gelmelerinin yanında paralı asker kullanmalaır , Libya halkının ulusal birliğini, egemenliğini ve demokratik geleceğini büsbütün etkiledi.
Libya halkına destek amacıyla, 30 Aralık 2019’da TBMM'den müdahale onayı alan AKP-MHP iktidarı, gönderdiği deniz ve hava güçleriyle çatışan taraflardan Sarrac yönetimini Hafter göçlerine karşı desteklerken diğer yandan, Suriye’de Esad yönetimine karşı savaşan, Sultan Murad Tugayları, El Hamza tümeni, el Mejd kolordusu ve Suriye Milli Ordusu (SMO) birliklerinden binlerce cihatçı paralı askeri Libya’ya taşıyarak karadan savaşa sürdü.
Bununla iktifa etmeyen AKP iktidarı, resmi olarak tanıdığı Sarrac yönetimiyle, deniz yetki alanı sınırlar mutabakatı imzalayarak meşruiyetini tescil ettirmeye çalıştı (27 Kasım 2019). Libya seçilmiş parlamentosunun bu mutabakatı onaylamazken, Sarracı’da vatana ihanetten suçlayıp yargılanmasını istemesine rağmen, AKP iktidarı Libya’daki Trablus yönetimini desteklemekten geri kalmadı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ne (SOHR) göre Türkiye, yalnız başına 7 bin cihatçıyı Libya’ya taşırken, Tunuslu 2 bin 500 kökten dinci ve diğer yabancı savaşçılarla birlikte 20 bin radikal İslamcı savaşçı Sarrac hükümetine destek verdiklerini iddia ettiler.
Libya’daki 5+5 ortak askeri komitenin 23 Ekim 2020’de vardığı ateşkese dayanarak, BM öncülüğünde 6 Ekim 2021’de Cenevre de aldığı karar, 24 Aralık 2021’de gerçekleşecek seçimlerin selameti açısından, ülkedeki tüm yabancı paralı askerlerin ve savaşçıların BM gözetiminde aşamalı olarak Libya’dan ayrılmasını şart koşsa da Türkiye kendisinin işgalci ya da yabancı güç tarifi dışında olduğunu iddia ederek bu karara uymadı.
Ankara, göstermelik olarak, paralı askerlerin çok küçük bölümünü çekse de varlığını, dengeleri Sarrac yerine seçilen, Abdülhamit Dübeybi lehine devam ettirerek, 24 Aralık 2021’de yapılması kararlaştırılan seçimlerin etelemesinde esaslı rol oynadı.
Türkiye, Abdülhamit Dübeybi hükümetiyle nereye?
Görev süresi 24 Aralık’ta sona ermesine rağmen Türkiye yeni bir hamleyle Dübeybi hükümetiyle 3 Ekim 2022 de güvenlik eğitimi, petrol-gaz enerjisi ve medya alanında bir dizi anlaşma imzaladı.
Ulusal Meclis, yeni başbakan Fethi Başağa, devlet konseyi üyeleri ve Libya Ulusal Ordusunun bu mutabakata karşı çıkışını önemsemeyen Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu; ‘’Biz olmasaydık Libya bugün Suriye olurdu’’ gerekçesiyle kendilerinin Libya'da barış ve istikrarı koruduklarını, üçüncü ülkelerin Libya’ya müdahale haklarının olmadığını belirterek, Dübeybi hükümetiyle imzaladıkları hidrokarbon anlaşmalarının, Mısır, Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail’in 2019’da karşı durdukları, Sarrac’la imzalanan anlaşmanın devamı olduğu iddiasıyla, “kimsenin buna karşı durma hakkı olmadığını" savundu.
AKP-MHP iktidarının, Libya'yı bölen çatışmada bir tarafı tutarak, kendi ulusal güvenlik ve çıkarlarını savunduğunu belirtirken, Libya’nın bölünmesini umursamadığını, Bahçeli’nin savunduğu şu zihniyetten rahatça okumak mümkün:
“Ankara’nın güvenliği, Şam’dan, Bağdat’tan, Trablus’tan, Tahran'dan, Sana'dan ve Kahire den başlıyor. Suriye'de, Libya'da ne arıyoruz?” diyenler, tarih ve coğrafya cahilleridir. Suriye’ye gidip Esad’la görüşüp problemi çözerim diyenler, hezeyan çukuruna düşmüş zavallılardır.’’
Şimdi sormak gerekmiyor mu? Tüm bu sayılan ülkeleri suçlayan, işgalini meşru gösteren ve halkları birbirine kırdıran anlayışa karşı duranlar mı, yoksa Bahçeli’nin zihniyetini savunanlar mı "cahil ve hezeyan çukuruna düşmüş"?
Vaziyet açık, Suriye, Irak ve Libya’ da olduğu gibi Sarrac’lar, Dübeybi’ler yaratarak hiçbir ülkeye barış götürülemeyeceği gibi Türkiye halklarının menfaatleri ve yaşam güvenliği dış müdahalelerle sağlanamaz.
Libya çıkmazı, AKP-MHP iktidar siyasetiyle değil, Libya halkının ve ilerici, laik demokratik güçlerinin birliğiyle aşılabilir ancak.
(BK/EMK)