“Hapse girmedim!
Uyuşturucu kullanmadım!
Boşanmadım!
Gayrımeşru çocuklarım yok!
Hayatımı kazanıyorum!
Meşhur bir yazarım!”
Annesine beslediği sevgi çocukluğundan itibaren karşılıksız kalmış Patricia Highsmith isyanını bu sözlerle ifade etmiş, ümidini yitirdiğinde annesini resmen reddederek bağını tamamıyla kesme yoluna gitmişti.
Ana rahmine düştüğü andan itibaren aslında reddedilmiş olan ta kendisiydi. Patricia annesinin hamilelik sırasında terebentin içerek düşük yapmaya çalıştığını annesinden duyduğunu belirtmiş, ayrıca hakkındaki bir biyografide kürtajdan şans eseri kurtulduğu iddiası da yer almıştı.
Annesiyle babası Patricia doğmadan on gün önce boşanmış, annesinin onu anneannesiyle bıraktığı bir senelik süre onun terkedilmişlik duygusunu perçinlemişti.
Daha çocuk yaşlarında toplumun beklentileri doğrultusunda bir kız çocuğu gibi davranmamakla bilhassa annesi tarafından suçlanmış, eşcinsel eğilimlerinden dolayı aşağılanmıştı.
Patricia’nın annesiyle ömrü boyunca halledemediği meselesi bir sevgi-nefret ilişkisine dönüşmüş, benzer dinamikler aşk yaşadığı kadınlarla tekrar tekrar yaşanır hale gelmişti.
Kadınları elde etmekte hiç zorlanmayan, deyim yerindeyse gayet başarılı bir kadın avcısıydı. Onlara derin bir aşkla bağlansa da ilişkilerini yine de uzun sürelere yayamıyordu.
Aslında bazıları toplum baskısıyla olmak üzere erkeklerle ve bilhassa eşcinsel erkeklerle ilişkiye girmiş olduğu bilinen, hatta zaman zaman kadınlara göre daha çok erkeklerle vakit geçirmekten hoşlandığını ifade etmiş olan Patricia birçok rahatsızlığının yanında özellikle depresyondan muzdarip olmuştu. Alkole bağımlılığından da asla kurtulamayıp zaman içinde iyice yalnızlaşacaktı…
Loving Highsmith adlı belgesel daha çok polisiye yazarı olarak tanınmış Patricia’nın aslında sevgi dolu tabiatının olduğu kadar, onu sevmenin ne kadar zor olabildiğinin de altını çiziyor.
57. Solothurn Film Festivalinin açılış filmi olarak seyirciyle buluşmuş olan 2022 İsviçre-Almanya ortak yapımı 83 dakikalık belgesel, hayatı boyunca psikolojik buhranlar içindeki kahramanına saygı duruşunda bulunuyor.
Eva Vitija’nın yönettiği izlenesi film, Patricia’nın maceralarını, başarılarını ve örselenmişliklerini birbirinden özel ve değerli, yazılı ve görsel malzemeyle aktarıyor; lezbiyenlere tahammül edemeyen muhafazakâr topluma karşı inatla verilmiş bir mücadeleye seyirciyi zarafetle dahil ediyor.
1921’de ABD’nin Texas eyaletinde başlamış, bilhassa Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde yeşermiş ve 1995 yılında İsviçre’de sona ermiş, hareketli olduğu kasvetli bir yaşamla karşı karşıyayız.
Suçluluk duygusunun varlığı veya yokluğu…
Edebiyat severlerin her şeyden önce psikolojik gerilim romanlarıyla tanıdığı Highsmith aslında okurun sempati duyup özdeşleşmeye meyilli olduğu Tom Ripley karakterini kendi ruhunun derinliklerinden çıkarıp yaratmıştı. Patricia, cinayetleri bilinçli olarak işlerken kendine göre haklı olduğunu düşünen bir katil olarak Ripley karakteri hakkında konuşurken gergin de olsa sadistçe bir zevk aldığını belli ediyor.
Şiddet ve kanın eksik olmadığı romanlarına dair röportaj yapıldığında aslında “Mühim olan suçluluk duygusunun varlığı veya yokluğudur” diyecek kadar da ileriye gidebiliyor.
Hitchock’un Strangers on a train (Trendeki yabancılar) adlı, Highsmith imzalı ilk romana dayandırılan filminin başarısı tesadüf olmasa gerek (ünlü yönetmenin sonradan ayyuka çıkacak, kadın oyuncularına yönelik tacizler de!)
Ailesi dışında mahalle baskısıyla da örselenmiş Patricia tutucu çevrelerin dedikodularına ömrü boyunca malzeme olmuş, isyanını ve öfkesini saygı kazanmasına imkân tanıyan kitaplarına yansıtmıştı.
1952’de yayımlanmış ikinci kitabı The Price of Salt (Tuzun bedeli) Patricia lezbiyen içerikli kitapların yazarı olarak damgalanmaktan çekindiği için Claire Morgan mahlasıyla piyasaya çıkmıştı. Gerici zihniyetin iktidarda olduğu zamanlarda böyle bir kitabın müşkülat yaratmadan yayımlanması zaten zordu; üstelik hikaye, benzerlerinin aksine, mutlu bir sona bağlanıyor, klişeleri altüst ediyordu.
Lezbiyen kimliğini uzun süre herkesle paylaşmamaya özen gösteren Highsmith belirli bir olgunluğa eriştikten sonra bu eserini resmen sahiplenecek, Carol adını alan mevzubahis kitabı, sinema dünyasının ilgisini defalarca çekmiş diğer kitapları gibi beyaz perdeye taşınacaktı. (2015 yılında Todd Haynes’in yönetmenliğinde Cate Blanchett ile Rooney Mara’nın canlandırdığı aşık ikiliyi unutmak mümkün mü?)
Mahrem kurcalanıyor…
Belgeselde röportaj yapılmış, bilhassa eski sevgililer sayesinde Patricia’yı gayet yakından tanıyor, bir aşk canavarı olduğu kadar meşhur yazarın kadın nefreti damarına sahip olduğuna da ikna oluyoruz.
Zorluklarla geçirilmiş mazisinin izleri yıllar geçtikçe belirginleşiyor, sempatik ve cana yakın olabildiği kadar itici bir insan olabildiğinde dair ayrıntılarla donatılıyoruz.
Seksin bir din haline gelebildiğine yönelik kuşkumuz kalmıyor, insan sevgisinin iyice azaldığı dönemlerde mazeretlere sığınmanın beyhude olduğuna dair de. Ne de olsa “endişenin şairi” sıfatıyla da betimlenmiş ateist Highsmith insan ilişkilerinde umduğunu aslında bulamıyor, onlardan uzaklaşınca yaratıcılığının tetiklendiğine dair iknaya soyunuyor. Bir ara ilgisini kedilere, hatta salyangozlara yönelten kendine has karakter içsel arayışını hayatının sonuna kadar sürdürüyor ama sanki hüsrana uğruyor..
Lezbiyenliğini saklamak zorunda hissettiği ikili kimliğinden kurtulma yolunda bilhassa Paris’in kadın barlarında fırtınalar estirdiği, bir özgürlük manifestosu haline geldiği dönemlerin artık geçmişte kaldığı kesindi. Ne yazık ki bir zamanlar dost olduğu siyahlara yönelik ırkçı söylemlerde bulunuyor, İsrail devletine karşı tavır alırken antisemit olarak damgalanmaktan çekinmiyordu.
Hayatının bilhassa sonlarında alkol, bağımlılık bir yana muhtelif sağlık problemlerine yol açmış, karakterindeki aşırı değişimler en yakınlarındakini bile püskürtüp uzaklaştırmıştı, Patricia artık yapayalnız kalmıştı.
Loving Highsmith filmi yazara ilgi duyanların mutlaka ilgiyle takip edeceği bir belge, tanımayanlara ise yeni ufuklar açabilecek bir giriş sayılabilir, tavsiye ederim.
(MT/EMK)