Modernite'nin İslam ile teması hangi noktada gerçekleşmiştir? Bazılarının yanıtını duyar gibi oluyorum: "Napolyon Bonapart!", "Mısır'ın fethi!", "Nahda! Arapların Aydınlanma Çağı!". Ama, günümüzde romanlarda bu konuya dair daha ölçülü bir dil kullanılıyor. Anımsayalım: Allah, müminlerin öfkesi, Melek Cebrail ve yoldaşı Pozzo tarafından değeri bilinmeyen kilise metni, değiştirilmiş bir Kur'an v.s. Korkunç! Kutsal şeylere saygısızlık! Şeytan Ayetleri'ni, İngilizlere özgü, gülünç, muzip ve saygısızca kaleme alan Salman Rüşdi hakkında, Voltaire'in Bir Şark Masalı'nı anımsatırcasına molla rejimi tarafından ölüm fetvası çıkarılmıştı.
Türk bir yazar olmasına rağmen eserlerini iki dilde yazan ve yaşantısını, yapıtının onu götürdüğü yerde sürdüren Nedim Gürsel, yumuşak ve sevecen üslubuyla, bu kez Kuran'a dört elle sarılmış. Ve kutsal, bir kez daha, dindışı alanın içine girdi. Tanrı, yeryüzünde, şeytandan korkan bir çocuğun belleğinde var olduğu şekilde anımsandı: "İnancın vardı", diye yazar Gürsel, Anadolu'daki çocuğun ağzından, ve devam eder: "Ama, yine de korkardın. Ne cennetteki sular, ne de sedeften çelmeler seni etkilemeye yetmiyor. Zihnini sürekli meşgul eden biricik şey var; o da cehennem".
Nedim Gürsel, adeta yok olmuş dünyalardan beslenen bir cin, zarif bir devdir: Venedik'le, İstanbul'la, geçmişe eklemlenen altın çağlarla ve günümüze yönelik başıboşlıklarla ilgilenir. Seneler geçtikçe, Osmanlı ve Avrupa kültürünün kıvrımlarını, büklümlerini içselleştirmiş görünmektedir. Telefonla görüştüğümüzde, oryantalizm akımından vazgeçmediğini belli eden bir şekilde, bana şöyle demişti: "Bana gelin, bir Türk kahvesi içeriz". "Daha başka ne isterim ki!", diye yanıt vermek istemiştim ona, George Clooney edasıyla. Ama, söz konusu modernlik, bu gülüş, bu alay, Salman Rüşdi'ninkinden farklıydı, yeni dünya düzenine karşı bir mizah anlayışından kaynaklanıyordu. Gürsel, başka bir tür vatansız yazarlardandı; daha melankolik, daha az alaycıydı. En son olarak Allah'ın Kızları adlı romanı Fransızcaya kazandırıldı. Roman, Kuran ve Arapça sureler etrafında süregelen çoksesli bir ezgiyi çağrıştırıyor; kutsala dair ne varsa, romanın kurguladığı yaşantının içine doğru süzülüyor. Roman, bir büyükbabanın etrafında dönüyor ve yazar, söz konusu edilen çocukluk yıllarının kutsallığını sanki yukarıdan idare ediyor. Bir nevi kendini Tanrı yerine koyuyor ama bu konumunu hiçbir zaman kötüye kullanmıyor. Peki Nedim Gürsel, sen gerçekten kimsin, neyin nesisin, nereden geldin nereye gidiyorsun?
"Türkiye'de birçok insan bana dönüp, "Kuran hakkında konuşacak son kişi varsa o da sensin" demişti." Ben ise onlara şu yanıtı verdim: "Bunlar benim kişisel anılarım. Ben de dedem tarafından büyütüldüm ve benim dedem de dindar bir kişilikti. Ardından, okumak için İstanbul'a gittim ve tüm anılarımı unuttum. İşte, bugünlerde o Müslümanlıkla iç içe geçen çocukluk yıllarımı yeniden anımsıyorum..."
1915 yılında, dedesi Hacı Rahmi, savaşa gider. Tüm Türkler cepheye çağrılmıştır. Düşman askerlerini Kutsal Topraklar'dan kovmakla görevlendirilmişlerdi. Romanda bu sayfalar, kahramanlık dolu ve çok hoş bir üslupla aktarılmış. Şiirsellikle işlenmiş romanın sayfalarından adeta dörtnala etrafa saçılmış: Çölün ortasında açılan cephelerde savaşan genç askerler, bize burada, Fransız okullarında anlatılan tarihten çok farklı bir görüntü ortaya koyuyor. I. Dünya Savaşı'nın en kanlı savaşlarından olan Marne Savaşı ve Çanakkale muharebelerinden, hardal gazlarından, masum bir hevesle gidilen savaşlardan çok farklıymış her şey... Allah'ın Kızları'nda, Büyük Dünya Savaşı'na dair tüm bilinenler altüst ediliyor; tüm ezberler bozuluyor. Flandres'da meydana gelen kanlı savaş değilmiş tek gerçeklik... Hicaz çölünde, Arap asilerle işbirliği yapan Lawrence'ın düşman olarak kabul edildiğini de anımsatıyor bize Gürsel. Avrupa tarihinin merkezini, bugün gelinen noktada o denli anlamsız ve gereksiz görülen bir savaşın masumane bir şekilde anlatımı üzerine kaydırıyor. "Yıldız Yağmuru" başlıklı bölümünde şöyle yazıyor: "Dedenin savaş anılarını yazdığı defteri, ancak onun ölümünün ardından bulabildin." Daha sonra ise, bu defteri, ansızın şekil değiştirerek düşsel bir yaratıdan bir anlatıya dönüşen romanının somut kaynağı haline getiriyor: "Tüm gece çölde gezinirdik: develer, erzak ve cephaneleri taşır; sığırlar ve öküzler ise taşınabilir köprüleri ve namluları çekerdi... Askerlerin yanında, gecenin dondurucu soğuğunda uyuyabilmek için bir manto ve içecek sudan başka bir şey bulunmazdı. Bir çadırları bile yoktu. Uyumak istediklerinde elleriyle yerde bir çukur eşelerlerdi..."
Bugün de hava soğuk. Özellikle Ekim ayında Paris'te çok soğuk. Eski hapishanenin uzun duvarlarını geçtikten sonra ulaştığınız ve akıl hastalarının sürekli bağrıştığı Sainte-Anne Hastanesi'ne birkaç metre uzaklıktaki Santé Sokağı'nda, modern bir binanın altıncı katında adeta çılgınlığın hüküm sürdüğünü söylemek mümkün. Gürsel, dışarı çıkmak üzere. Ertesi gün, Beyrut'a gitmesi, ardından da başka bir yere geçmesi gerekiyor. Avrupa edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerine -Baudelaire, Kafka, melankolinin izleri ve hayaletleri- yeniden değindiği ve 2007 yılının Mart ayında yayımlanan İzler ve Gölgeler isimli kitabının tanıtımına katılacak. Etrafın dağınıklığından dolayı benden özür diledikten sonra, bir fotoğraf gösteriyor: "İşte, benim İstanbul'daki aile evimin penceresinden görünen manzara..." Boğaz'ın hayallerinizde canlandırdığınız görüntüsü, durgun sularda süzülen bir gemi siluetiyle birleşiyor. "Boğaz'ın en dar olduğu ve evlerin de büyük olduğu ender yerlerden birisidir".
Demek ki, vatansızların bile bir vatanı olabiliyormuş. Seneler sonunda, bir dizi yolculuğun ardından, zaman zaman kesintiye uğramış yaşantıların sonunda, burada Paris'te bir profesör yaşantısı varken, orada hatıralarıyla apayrı bir dünyası var. Ve, Gürsel tüm bu yaşantıları, edebiyat ve nostalji çemberi içinde kendi kendine yaratmış. Memleketi, adeta onun eseri. Ama, üzgün bir şekilde bugün şu cümleleri söyleyebiliyor: "Kızım benim yazdıklarımı okumuyor". Buna rağmen, yuvasını belirlemek ve nerede yaşayacağını seçmek için önünde yeterince yaşanmışlık, manzara, göçebelik, yola çıkışlar, sürgünler var... Tıpkı Fransızcada söylendiği gibi: "ıstıraplı bir sandık". Eğer bir gün, Boğaz'ın üzerindeki köprülerden birine ek olarak, bir dev gelir de, Asya'dan uzağa düşmüş Avrupa yakasını birbirine bağlarsa, hemen aklınıza Nedim Gürsel gelsin. Çünkü, o sabah bile, tüm dinçliği, gücü ve zarafetiyle karşımda bir Tanrı'yı andırıyordu. Böylelikle, Komutanın Tavşanları adlı eseriyle, köprünün temellerini atacak; "Son Tramvay" ile iki yakayı birbirine bağlayacak;" Uzun Sürmüş Bir Yaz" ile, bizim yolculuğumuza eşlik edecek ve yazılan her sayfada, her öyküsünde, her denemesinde, her romanında, Nedim Gürsel, eski önyargıların ve anlayış kopukluklarının olduğu her yerde, yardımımıza koşacaktır.
Allah'ın Kızları'nın Fransızca çevirisini okuduktan sonra neler düşündüğünü soruyorum kendisine. Şöyle yanıt veriyor: "Türkiye'de, biçemi ön plana getiren biri olarak tanınırım. Ama, bu Fransızca çeviride, editörler, Kuran'a yapılan atıfların daha anlaşılır olması için metni uyarlama kararı almışlar." Dillerin ve milletlerin geçmişten beri süregelen yönelimi: ötekinin yabancılığını azaltmaya çalışmak.
Şimdi, Santé Sokağı'nda altıncı katta, gökyüzü karardı. Filtre kahveyle doldurulmuş fincanının önünde, gölgelerin, rotadan sapmaların, eski Bohem düşlerin ve yalnızlığın yazarı Gürsel, dede yadigarı bir tespihi elinde döndürüyor. Kendi kendime soruyorum: İslam'ın henüz onun için bir ezgi, hikaye, efsane ve şiirden başka pek bir şey ifade etmediği çocukluk anıları, ilk korkuların kazındığı bu bellek, onu yeniden inanca davet etmiş midir? Aydınlanma Çağı'nın evladı Gürsel, bir yandan puro kutusunu açmaya çalışırken, bir yandan da laik ve muzip bir yanıtla bana karşılık veriyor: "Oh, hayır! Tespihi puro içmemi önlemek için, oyalanmak için kullanıyorum. Başka bir anlamı yok!"
Demek ki, gerçeklikle hiçbir bağıntısı yok; sadece oynamak, oyalanmak için kullanıyormuş. Son olarak şunu soruyorum: "Allah'ın Kızları'nda, dedenizin bir kolunu savaşta kaybettiğini söylüyorsunuz. Bu doğru mu? Peki ya Medine Kuşatması sırasında defterine yazdığı notlar, gerçekten var mı?" Tanrı, yeryüzü, peygamberler ve hayatın bütünü üzerine uydurma bir örtüyü cesurca seren romancı, iki soruma da kurnazca şu yanıtı veriyor: "Hayır, defterler de, kol da benim uydurmam."
"Allah'ın Kızları" Türkiye adaletinin önünde
Türkiye'de, ilkbahar aylarında, geleneksel İslamcı bir grup üyesinin girişimiyle, Nedim Gürsel hakkında "halkın dini değerlerine hakaret ve aşağılama" iddiasıyla dava açıldı.
Gürsel, Allah'ın Kızları adlı romanında, Cahiliye döneminde Lat, Uzza ve Manat adıyla bilinen ve kendilerinden Kuran'da da "sessiz yaratıklar" olarak söz edilen üç kutsal putun şarkı söylediklerinden ve Allah'ın peygamberi olarak "kendi kızları" yerine Hz. Muhammed'e ve dolayısıyla da tektanrılı dine öncelik vermiş olmasından dolayı hayıflandıklarından söz etmektedir.
Tam da soruşturmanın takipsizlik kararıyla sonuçlanmasından sonra konunun kapatıldığı düşünülürken ve birçok aydın ve yazarın da desteğini alan Nedim Gürsel, hakkında açılan davadan geçtiğimiz haziran ayında beraat etmişken konu temyize taşındı. Daha önceleri de yolu birçok defa Türk yargısıyla kesişmiş olan Gürsel, bazı okurların romanda anlatılanlardan rahatsızlık duymalarından üzülmüş: "Ben sadece, büyükbabası tarafından yetiştirilen bir çocuğun anılarını aktarmak istemiştim. Hukuka büyük önem veren ve dindar bir adam, Peygamber'in yaşantısı hakkında torununa birçok hikaye anlatıyor. Dişi putların dile gelip konuşması ise, öykümü anlatmak için kullandığım bir kurnazlıktan ibaret."
Geriye kalan tek umudumuz, temyiz mahkemesindeki yargıçların, edebiyatı teolojiden ayırt edebilmeleri...(CT/MT/İP)
_____________________________________
* Le Monde Des Livres'de 19 Kasım'da yayınlanan Camille de Toledo'nun makalesini Menekşe Tokyay çevirdi.