2022 IDFA'nın onur konuğu yıllardan beri siyasi açıdan tehlikeli sayılan birçok mevzuya eğilmiş tecrübeli kadın belgeselci Laura Poitras. 9-20 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek dünya çapındaki etkinlikte Poitras için ehemmiyet taşıyan eserlerden 10 filmlik bir seçki var.
Memleketinin istihbarat örgütleri dahil olmak üzere çeşitli merciler tarafından gizlice veya açıkça uyarılmış cesur sinemacının kendi eserlerinden oluşan bir diğer seçki de seyirciyle buluşacak. Aralarında hem aktivist hem de sanatçı kimliğiyle tanınan Nan Goldin hakkındaki "All the Beauty and the Bloodshed" adlı film de mevcut. Meşhur fotoğrafçıyı yakından takip ettiğimiz 2022 ABD yapımı 122 dakikalık belgesel son Venedik Film Festivali'nde kurmaca rakiplerini geride bırakarak Altın Aslan Ödülüne layık görülmüştü.
Terör bulaşıcıdır
İsrailli yazılım şirketi NSO Group tarafından geliştirilmiş Pegasus casusluk programı hakkındaki belgeselin adı "Terror Contagion." 2021 Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yapımı 25 dakikalık filmin yönetmeni Laura Poitras. Forensic Architecture (FA - Adli Mimarlık) ile işbirliğindeki usta yönetmen Poitras, Pegasus'un gerçek bir virüs gibi yayıldığı, ağda bulaşmış birinden temas halinde olduğu herkese bulaştığı kararına varmış gibi görünüyor.
Siz hiç farketmeden Pegasus, cep telefonunuzun kontrolünü eline alabilir, hakkınızdaki tüm bilgilere ulaşabilir, hatta adınıza mesaj bile çekebilir. NSO şirketinin bu casus yazılımı sattıkları arasında siyasi rakiplerini gizlice izlemek isteyen politikacılar da var.
Poitras, FA ile ortaya çıkardığı bu belgeselde araştırmacı gazetecilik, sanat ve aktivizmi birleştirmiş ve Pegasus ile bağlantılı büyük miktarda datayı ortaya çıkarmış. Bunların arasında Suudi Arabistan'ın İstanbul Konsolosluğu'nda katledilmiş gazeteci Cemal Kaşıkçı vakası da var.
Kendileri dahil, NSO hakkında araştırma yapanların hacklendiğini de farkediyor Poitras ve FA ekibi. Fakat bu arada NSO'nun Covid pandemisiyle mücadele etmek için yeni bir yazılımı ortaya çıkarma peşinde olduğunu da görüyoruz. Yılların müzisyeni Brian Eno bu tüyler ürpertici kısa belgesel için kaygı verici bir eşlik bestelemiş; bu sayede takip altında tutulmanın bir şiddet şekli olduğuna bir kez daha derinlemesine ikna oluyoruz.
Askerlerin öldürdüğü gazeteci Şirin
Filistinli gazeteci Şirin Ebu Akile'nin İsrailli askerler tarafından öldürülmesi hakkındaki belgeselin yönetmen hanesinde Filistinli sivil toplum kuruluşu El-Haq'a bağlı Araştırmacı Mühendislik Birimiyle araştırma ajansı Forensic Architecture (Adli Mimarlık) adlarını görüyoruz. "Shireen Abu Akleh: The Extrajudicial Killing of a Journalist" adlı, 2022 Filistin-Birleşik Krallık ortak yapımı 10 dakikalık belgesel Laura Poitras'ın seçtiği 10 filmden biri. Adli Mimarlık ekibinin daha önce eğildiği vakalar arasında Tahir Elçi cinayeti de var.
Bu kısa belgeselde Forensic Architecture ekibi Filistinli-ABD'li gazetecinin ölümüyle sonuçlanan dinamiği tekrar canlandırıyor. Mayıs 2022'de İsrail ordusunun Batı Şeria'daki bir mülteci kampına saldırısını haberleştirme sırasında Şirin ve meslektaşlarına 200 metre mesafedeki askeri bir konvoy tarafından ateş edildiğine inanılıyor.
Adli Mimarlık ekibi herkesin ulaşabileceği verilerden yola çıkarak araştırmasını en ufak ayrıntıları bilhassa gözeterek gerçekleştiriyor. Farklı açılardan çekilmiş görüntüler senkronize ediliyor, böylece Şirin'in başına isabet eden kurşunun atıldığı anın öncesi ve sonrası didik didik edilmiş oluyor. Ortamın birebir canlandırılması bilgisayar modeliyle gerçekleştirilirken kurşunun yönü ve ateş edenin açısı saptanıyor. Filme eşlik eden üst ses kullanılan araştırma metotları hakkında bizi bilgilendirirken o gün tam olarak neler yaşandığına dair gittikçe keskinleşen bir bakış ediniyoruz.
İşkence
Suriye'nin işkence merkezlerinden biri olarak bilinen Saydnaya Hapishanesi hakkındaki belgeselin adı "Torture in Saydnaya Prison." Yönetmen hanesinde gene Forensic Architecture adını gördüğümüz 2018 yapımı 28 dakikalık belgesel de Poitras'ın 10 favori filmi arasında.
Mevzubahis cezaevinin bilinen bir diğer adı "mezbaha". Yıllar boyunca sistematik olarak uygulanan işkencelerin ve yargısız infaz edilenlerin bilgileri dışarı sızıyor olmasına rağmen iç mekânların görüntülerine ulaşılamıyor. Muhtelif şahitliklerden yola çıkarak Adli Mimari ekibiyle Amnesty International'ın (Uluslararası Af Örgütü) işbirliğinde zindanın üç boyutlu modeli oluşturuluyor. Belgeselde Saydnaya'dan canlı çıkabilmiş beş kişinin sözkonusu modele dayanarak 2016 yılında şahitliklerine ekledikleri değerli ayrıntılara vâkıf oluyoruz.
Süreç sanıldığı kadar basit değil çünkü travma hafızayı çarpıtabiliyor; ne de olsa mahpuslar genelde zifiri karanlıkta tutuluyorlardı. Dolayısıyla tanıklıkların çoğu seslere –borulardan damlayan suya, açılıp kapanan kapılara, gardiyanların kendilerine has adımlarına– dayandırılmış. Hücrelerin boyutları yankının yoğunluğuna veya yer karolarının sayısına göre ortaya çıkarılıyor. Kurbanlar dehşet verici anılarını paylaşırken araştırmacılar hapishane hücrelerine, koridorlara ve işkencehanelere adeta boyut kazandırıyor.
Titicut
Ruhsal sorunları olan mahkûmların ne şartlarda tutulduğuna dair çarpıcı bir sinema eseri "Titicut Follies." Sinema ustası Frederick Wiseman'ın elinden çıkma 1967 ABD yapımı 84 dakikalık film, Poitras'ın ilk 10'unda yer alan belgesellerden bir diğeri.
Wiseman ilk belgeselini çekebilmek amacıyla kendini bir süreliğine hüküm giymiş suçluların psikiyatri kliniği olan Massachusetts Bridgewater Devlet Hastanesine kapatmış. Öncesinde ve çekim sırasında yetkililerin tam teşekküllü işbirliğine rağmen filmi seyrettikten sonra otoriteyi temsil edenler yönetmene düşman olmuşlar. Mahkûmların özel hayatlarının kale alınmaması muhtelif davalara konu olmuş, dolayısıyla film seyirciyle ender olarak buluşabilmiş.
Belgesel, psikiyatri hastalarına yalnız hastane personeli değil, tüm toplum tarafından şoke edici biçimlerde muamele edildiğine bizi kesinlikle ikna ediyor. Bu film usta yönetmenin sonradan sık sık tekrarlayacağı bir model oluşturuyor; Wiseman'ın belirli bir kurumu odağına alarak onu tüm halleriyle afişe etmeyi her zaman başardığı malum.
Büyük sinemacı aşağılayıcı baskı pratiklerini yorum yapmadan ve "konuşan kafalar"a yaslanmadan aktarıyor; bu metodun da zaten zamanla onun alametifarikası haline geldiğini biliyoruz. Bir hasta uygulanan tedavinin yanlış olduğu konusunda doktorunu ikna etmeye girişiyor; fakat neticede daha az antidepresan verileceğine daha fazla ilaca "mahkûm" ediliyor. Müessesede insanların iyileştirilmesine yönelik fazla bir çaba hissedilmiyor zaten, mesele sadece iktidar sahibi olmak!
Yemin
Usame bin Ladin'in yakın korumalığını yapmış Abu Jandal hakkındaki belgesel "The Oath", usta yönetmen Laura Poitras'ın IDFA'daki retrospektifinde yer alan eserlerden.
2010 ABD yapımı 96 dakikalık film, Orta Doğu coğrafyasındaki dış müdahaleleri eleştirel bir gözle irdeliyor. Filmde Abu Jandal'ın sekiz yaşındaki oğlunun, babası gibi cihatçı olma hayalleri kurduğunu görüyoruz. Babanın gözlerinde beliren parlaklığı fark etsek de oğluna "Kendine büyük problemler yaratırsın!" demesiyle mevzuya hiç sıcak bakmadığını anlıyoruz. Sonuçta Abu Jandal, Usame bin Ladin'e korumalık yaptığı teröristlik günlerini geride bırakıp Yemen'e göç etmiş, orada taksi şoförlüğü yapmaktadır. Uluslararası medyada kendisinden "eski terrorist" diye bahsedilse de genç Yemenli erkekleri "Amerikalı kâfirler" hakkında eğitmektedir.
Abu Jandal'ın sık sık bahsettiği bacanağı Salim Hamdan 2001 yılında Guantanamo zindanına kapatılan ve 2004'te teröristlikle suçlanarak yargılanan ilk mahpuslardandır. Her ne kadar Hamdan'ın kamera karşısına çıkması mümkün olmasa da "The Oath" adlı belgesel büyük bir olasılıkla masum olan bacanağın bir portresi de sayılabilir.
Film adını hem El Kaide'ye kabul edilenlerin yemininden alıyor hem de Hamdan için çok mühim olan, mahkeme huzurunda verdiği yeminle alakalı. Yönetmen Poitras'ın sakin ve gözlemsel stili ABD'nin son yıllarda Orta Doğu coğrafyasına yaklaşımı hususunda derin şüpheleri ortaya çıkarmış oluyor.
Risk
Ortalığa saçtığı sonu gelmez gizli malumat yüzünden dünya çapında lanetlenmiş Julian Assange hakkındaki "Risk", yılan hikâyesine dönmüş meselenin mühim bir dönemine eğiliyor. Laura Poitras imzalı 2016 ABD yapımı 86 dakikalık film, yönetmenin IDFA'daki retrospektifinde seyirciyle tekrar buluşacak.
"Çektiğimi sandığım film bu değil. Tezatları kale almam gerekmeyeceğini düşünüyordum ama yanılmışım. Tezatlar hikâyenin ta kendisi haline geliyor." Film başladıktan yarım saat sonra bu sözleri sarf eden yönetmen Poitras kendi projesi hakkında tefekküre dalıyor.
Bu noktadan itibaren WikiLeaks'in kurucusu Assange hakkındaki portre hem çok daha kişisel hem de çok daha geniş çaplı bir şeye dönüşüyor: Şeffaflığı empoze etmek üzere yeraltında faaliyet gösteren bir ağın kuvvetli ve zayıf yanlarının analizi. Davayı destekleyenlerden sadakat bekleyen bu organizasyonun aldığı tedbirler nelerdir acaba?
Poitras 2011-2013 yılları arasında Assange'ı çok yakından takip ediyor, bu sayede seyirci kahramanın karizması ve egomanisiyle en açık şekilde karşılaşıyor. Fakat Poitras, Assange'a danışmadan, Edward Snowden'a yardım edip gizli NSA bilgilerini ortaya çıkarmasını sağlayınca, Assange'ın Londra'da misafir edildiği Ekvador sefarethanesine yönetmenin artık kabul edilmediğini görüyoruz. İlerleyen yıllarda WikiLeaks'in tesiri gittikçe arttığı gibi şüpheli bir karaktere de bürünüyor.
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Türkiye’de vuku bulanlar Şili veya Arjantin’deki vaziyete çok benzese de Avrupa hakikati görmemeyi tercih ediyordu. Türkiye’nin NATO ülkesi olması askerî iktidara sanki dokunulmazlık sağlıyor, 12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa bir zafer olarak lanse ediliyordu. Popülerliğinin zirvesindeki liberal ekonomik sistemin tatbik edilmesine yönelik proje bu aradaTurgut Özal’ın önderliğinde yürürlüğe sokulmuştu. Türkiye’nin zaten aksak olan demokrasi süreci bir kez daha baltalanırken dinî motifler iktidar söylemlerinden okul müfredatına fazlasıyla geniş yer almaya başlamıştı.
Memlekette baskı atmosferi boğucu bir seviyeye ulaşmış, sansürlü haberler insanların bilgilenme hakkını elinden almıştı. Halk korkudan sinmiş, adeta donakalmıştı. Hürriyet için mücadele verenler ya faili meçhul cinayetlerle öldürülmüş, ya zindanlarda sürekli işkenceye tabi tutulmuş veyahut günümüzde bile bulunmamak üzere kaybettirilmişti.
Avrupa’ya kaçabilmiş bir avuç devrimci hadiseleri dışarıdan daha net şekilde takip ettiğinden emperyalist güçlerin Türkiye’deki rejimi destekliyor olmasına rağmen tekrar örgütleniyor, sessiz kalmaya devam eden Avrupa’nın dikkatini Türkiye’nin korkunç vaziyetine çekmeye çalışıyordu.
Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa, Türkiye’de olanları görmemeyi tercih ediyor, “Türkiye’de bir şey olmuyor”muş gibi davranıyordu.
Bir darbenin yara izleri (Les cicatrices d’un putsch/Scars of a putsch) adlı belgesel seyirciyi ibretlik arşiv görüntüleriyle o döneme sürüklüyor. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Nathalie Borgers bir devrimcinin eşi olduğundan mevzuya derinlemesine nüfuz ediyor, ortaya çıkan sonucun samimiyetine inanmakta hiç güçlük çekmiyoruz.
2025 Avusturya, Belçika ortak yapımı 102 dakikalık belgesel dünya prömiyerini Berlinale’de gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX ve Diagonale’de seyirciyle buluştu, Türkiye ile alakalı sık sık görmezden gelinen acı gerçeklere bir kez daha layıkıyla parmak basmış oldu.
Katiller kollanıyor
Filmin başından itibaren cesur bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kamera bir erkeğin çıplak bedeninde uzun uzun yakın plan dolaşırken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kaybolmamış muhtelif kurşun izlerini keşfediyoruz. Üniversite öğrencisiyken devrimci harekete katılmış esas kahramanımız Abidin sağcı çetelerin onu ve arkadaşlarını öldürmek üzere giriştikleri saldırıyı teferruatıyla aktarıyor.
O dönem, ODTÜ’deki en başta olmak üzere memleketteki öğrenci hareketi dalga dalga yayılmıştı; devrim kıvılcımları fabrikalara sirayet edip yurt sathına yayılmış olduğundan devlet kaçak güreşerek isyanı söndürmeye girişmişti. İktidar terör estirirken insanlar dövülüyor, gözaltına alınıyor, sistematik olarak işkenceye tabi tutuluyor, ya şüpheli şekilde öldürülüyor, veyahut izi bulunmayacak şekilde kaybettiriliyordu. Karakola ve hapse düşenlerin insanlıktan çıkması için tatbik edilenler ne kadar gaddarsa her türlü baskıya ve şiddete kafa tutabilenlerin direnci de o ölçüde bileniyordu. Devletin propagandasında devrimciler şeytanlaştırılıyor, çakma hukuk davaları ve ipe sapa gelmez ithamlarla mücadeleleri apolitik güruhlara “anarşi” olarak pazarlanıyordu.
Yalnız o dönemde değil, günümüze kadar varan siyasi rejimlerde de hakikatleri çarpıtma ve hafızayı silme faaliyetleri gayet sıradan bir pratiğe dönüştü.
Lakin Avrupa’ya sığınmış devrimcilerin “aydın” Batı’dan beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştü.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapmış ülkelerin Türkiye’deki vaziyete sessiz kalmaları inanılır gibi değildi. Üstelik bunu yapanların arasında amacı tüm gezegendeki haksızlıklara dikkat çekmek olan bazı malum kurumlar da dahildi. Riyakâr siyasi arenanın baskın gücüne rağmen gurbette de durmayan devrimciler, asla unutmadıkları Türkiye’deki yoldaşları ve genel manada memleketleri için mücadelelerini sürdürdüler.
Dinî motifler özenle yerleştirilir…
Emperyalizmle mücadelesi bir türlü bitmeyen memleketin yakın tarihini berrak bir bakış açısıyla işleyen belgesel, günümüze göndermeleriyle daha da manidar hale dönüşüyor.
Kenan Evren ve cuntasının attığı temellerin şu andaki rejimin altyapısını oluşturduğunu ve din üzerinden halkı yönetme projesinin tatbik edilmeye çalışıldığını bir kez daha idrak edeceksiniz.
Muhafazakâr damar beslenmek suretiyle ithal “ılımlı İslam” projesinin o zamandan itibaren yavaş yavaş empoze edildiği muhakkaktı (Üstelik o döneme göre günümüzdeki ilerlemiş teknoloji sayesinde insanların sistem tarafından mütemadiyen takip edilme ihtimali epeyce yüksek olduğundan artık özel hayatlara rahatlıkla sızılabiliyor).
Oysa gurbetteki devrimci kahramanlarımızın o zamanlar ellerindeki imkânlar kısıtlı olduğundan akıllarına gelen dâhiyane fikir Viyana’da bir Galatasaray maçını basmak olmuştu. Bezden “Faşist cunta ve anayasasına hayır” pankartlarıyla yeşil sahaya inen yoldaşlar kısa zamanda güvenlik kuvvetleri tarafından uzaklaştırılsalar bile maçın naklen yayınlanması sayesinde mesajlarını dünyaya duyuruyorlardı. Avusturyalı sunucunun, mevzuya hâkimmiş gibi “Türk fanatikler…” yaftasını devrimcilere yapıştırması tabii ki kahramanlarımızın hoşuna gitmemişti. Yıllar sonra aynı stadyuma gidip o anı bize tekrar yaşatma çabaları benim için belgeselin en yoğun anlarından birini oluşturdu.
Bir de Yeter’in bize aktardıkları var. 16 yaşındayken tutuklanmış, işkencelere maruz kalmış, inanılması imkânsız ithamlar çerçevesinde idam talebiyle yargılanmış kahramanımız, aslında suçlunun kim olduğunun devlet tarafından gayet iyi bilindiğini söylüyor: “12 Eylül”.
Cezaevine girerken kendisine gardiyanlar tarafından gösterilen duvardaki “Allah yok, peygamber izne gitti” yazısının “Burada başına her şey gelebilir” manasını taşıdığını da bize aktarıyor. Bekâret testine maruz bırakıldığında yaşadığı utanç bir yana, olumsuz çıktığı takdirde test sonucunun hakkındaki iddianamede muhtemel suç unsuru olabilirmiş gibi sunulduğunu da sözlerine ekliyor. Mantalitenin bugün de değişmediğine, sadece sistemin el değiştirdiğine dair ifadesiyle hemfikir olmayacak kimse yoktur sanırım.
Direniş sürüyor mu?
Uzun zamandır bu kadar temiz arşiv görüntülerinin peş peşe sıralandığı, o dönemle alakalı böylesine aydınlatıcı bir belgesel seyretmemiştim. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca yalnız siyah beyaz değil, renkli fotoğraflar ve tertemiz görüntüler bize bilhassa polis adaletsizliğini, şiddetini ve acımasızlığını teferruatıyla yansıtıyor.
Filmde konuşan kafalar da var tabii ki; fakat ekrandan (veya perdeden) taşan enerjiler o kadar yoğun ki kameranın odaklandığı kişilerle empati kurmak kesinlikle mümkün.
78’liler derneğinin arşivindeki birbirinden değerli dokümanlar, yoldaşların kan lekeleri hâlâ üzerlerindeki kıyafetleri, mapushanenin sansürüne takılmış ve asla yazıldığı kişilere ulaşmamış mektuplar…
Seneler boyunca ziyaret edilen cezaevlerinin kapılarında oluşmuş “anne” dostlukları ve dayanışması da kayda değer.
Filmde magazin olarak değerlendirebileceğimiz ve o dönemin vintıçlığını bize birebir yaşatabilecek görüntüler de yok değil. Özal’ın Thatcher veya Reagan’la sıcak görüşmeleri, Kenan Evren ve ailesinin Büyük Britanya Kraliçesi tarafından nazik kabulü, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet…” diyen MüşerrefAkay’a ait “Türkiyem” şarkısının “coşku” dolu görüntüleri…
Neyse ki filmde merhum SarperÖzsan’ın 1 Mayıs marşını da duyuyoruz, jenerikte de Mehmet Soyarslan imzalı, Cem Karaca’nın sesinden ilk “Resimdeki gözyaşları” versiyonu kulaklarımızın pasını siliyor!
Soğuk Savaş sona erer mi?
Dönemin magazini deyince, bu işi layıkıyla kotaran bir belgesel arıyorsanız, dünya çapındaki bir konferans hakkında çekilmiş Helsinki efekti (The Helsinki effect) adlı filmin peşine düşün derim.
Soğuk Savaştan bıkmış gibi görünen yerkürede Sovyetler Birliğinin lideri LeonidBrejnev’in zoruyla Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanmış liderler arasında SüleymanDemirel’e, hatta gazeteci ordusunun içinde gencecik Mehmet AliBirand’a bile rastlayabilirsiniz.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hukûmet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştı.
Fakat bitmez tükenmez arşiv görüntülerinin ne kadar sıkıcı olduğunu bize defalarca söyleyen, adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı, hem de montaj hanesinde gördüğümüz muzip yönetmen Arthur Franck, seyirciyi eğlendirmek için muhtelif şaklabanlıklara başvurmaktan geri durmuyor.
2025 Finlandiya, Almanya, Norveç ortak yapımı 90 dakikalık filmin prömiyeri CPH:DOX’ta gerçekleşti, pek yakında Finlandiya’da genel gösterime girecek.
Filmin yaratıcısı Franck, Brejnev’in İngilizce bilmeme ihtimali yüksek olmasına rağmen yapay zekâ aracılığıyla onu İngilizce konuşturuyor; üstelik hipotetik olarak Rus şivesini gözetmeyi ihmal etmeden!
Nixon skandalı yüzünden ABD başkanlığını devralmış Ford fazlasıyla silik kalsa da dümeni elinde tutanın “şahin” Kissinger olduğu muhakkak.
Aldo Moro onu bekleyen sonun farkındaymışçasına gayet mütevazı bir Katolik; benzer konumda olmasına rağmen Nikolay Çavuşesku konuşma süresini dakikalarca aşan arsız lider; faili meçhul bir cinayete kurban gidecek olan Olof Palme ise hem duruşu hem de konuşmasıyla herkesi kendine hayran bırakan adeta bir ilah!
Bir zamanlar gizli tutulmuş konferans dahili ve harici, muhtelif kayıtlar filmde neredeyse siyasi dedikodulara evriliyor, çılgınca bir montajla diplomatik bir “bombardımana” dönüşüyor.
Tabii konferansın inandırıcılığına ve güvenilirliğine halel getirecek hadiselerin mütemadiyen patlak verdiği bir gezegende olduğumuz unutulmamalı. Lakin konferansa damga vuran esas kriz, daha yeni patlamış Kıbrıs vakası oluyor. Simsiyah kepi ve cübbesinin önündeki kocaman haçıyla yüzlerce delegenin karşısına çıkan Makarios Türkiye’yi işgalcilikle, çakallıkla, cinayetlerle ve daha birçok şeyle itham ediyor. Makul İngilizce’siyle nispeten genç Demirel ise büyük bir pişkinlikle iddiaları yalanlıyor.
Geçenlerde KKTC’de çok geniş katılımlı protestolara yol açan, ortaöğretim düzeyinde başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı protestolar, tetikte bekleyen kriz müptezellerini 1974 benzeri bir çıkarmaya sürükleyebilir mi?
NATO batağı
Türkiye’nin alenen şer odağı sınıfına sokulduğu bir film izlemek isterseniz şayet Savaşla karşı karşıya (Facing war) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Malum NATO’nun genel sekreterlik görevini uzun süre üstlenmiş olan JensStoltenberg’i mümkün olabildiğince yakından tanırken mazisi ve özel hayatı hakkında da malumatlandırılıyoruz. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla diplomatik kazan fazlasıyla kaynamaya başlıyor ve kahramanımız kendini bilfiil savaş arenasının içinde buluyor.
Yönetmen, senaryo ve sinematografi hanelerinde adını gördüğümüz TommyGulliksen’in 2025 Norveç, Belçika ortak yapımı 105 dakikalık belgeseli adeta bir gerilim filmi. Dünya prömiyerini CPH:DOX’ta gerçekleştirdikten sonra gezegenin muhtelif festivallerinde ve genel gösterimlerde seyirciyle buluşmakta olan belgesele kahramanımızın sakin tabiatı damgasını vursa da küresel gerginlik arttığında diplomatik zarafetini korumakta zorlandığını da hissediyoruz.
Rusya’nın yayılmacı dürtüleri depreşince, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil olma telaşı sırasında değere binen Türkiye adeta NATO’nun çıbanı haline dönüşüyor. O ana kadar tarz olarak sadece gazetecilik kokan belgesel, aniden bizi hissi olarak tesiri altına alan hipnotik bir büyüye evriliyor. Uzun süren çetrefilli görüşmeler sonucunda Türkiye tam ikna olmuş ve mesele selametle halledilmiş sanılırken Türkiye’den Avrupa Birliği’ne dahil olma hususunda yepyeni bir talep de gelebiliyor…
Kahramanımız örgütte uzatmaları oynarken zorlanmıyor değil, fakat bedensel teması sevdiğinden sanki stresini sık sık karşılaştığı dünya liderleriyle fiziksel temasta bulunarak atıyor. Zelenski en başta olmak üzere aynı tarza sahip Macron ve Trudeau bu şefkat göstergelerinden nemalanırken örgütün diğer çıkıntısı, sağlığına halel getirebilecekmiş gibi görünen devasa göbeğiyle arsız Orban ister istemez belirli bir mesafede tutuluyor…
Artık memleketine dönmüş olan Stoltenberg’in halefi Rutte döneminde, acaba NATO’nun içinde çırpındığı bataklardan Ukrayna’da selamete erişilebilecek mi?