Dünya Stieg Larsson'u vefatından sonra yayımlanmış Milenyum cinayet serisiyle tanımıştı. Çok satan eserleri, ülkesinde sinemaya da uyarlandı, bilhassa "Ejderha Dövmeli Kız"ın Hollywood versiyonu dünyaca tanınmasına büyük katkıda bulundu. Oysa 1954 doğumlu Karl Stig-Erland "Stieg" Larsson, 2004'te ani bir kalp kriziyle sona eren hayatı boyunca aşırı sağı araştıran cesur bir gazeteciydi. Sosyalist siyaset ekolünden yola çıkarak dedesinin Nazi zulmü hakkında ona aşıladıklarını kendi tecrübeleriyle harmanlayarak hem ülkesinde, hem de tüm dünyada Neo-Nazi tehlikesine dikkat çekmek için büyük uğraş verdi.
Avrupa'da günbegün görünür olmaktan çekinmeyen aşırı sağcıları bir gazeteci olarak çalışmaya başladığı yıllardan itibaren teşhis ve teşhir etmenin önemine parmak bastı. Yeraltında örgütlenen ırkçı faşistleri sebatla araştırırken onların hedefi haline geldi, beraber çalıştığı meslektaşları gibi ölüm tehditleri aldı. İşine ve misyonuna o kadar inanıyordu ki, sağlığını ve özel hayatını her zaman ikinci plana attı.
Yönetmenliğini Henrik Georgsson'un üstlendiği "Stieg Larsson - Ateşle Oynayan Adam" (Stieg Larsson- Mannen som lekte med elden/Stieg Larsson - The Man Who Played With Fire) adlı belgesel Sundance dışında CPH:DOX festivalinde gösterildi, İsveç ve Almanya'da genel gösterime girdi. Arşiv görüntüleri dışında çeşitli canlandırmalarla da zenginleştirilmiş 99 dakikalık belgesel, seyirciyi kahramanının dünyasına taşıyıp çok satan kitap yazarı olmasının altındaki derin sebeplerle tanıştırıyor.
Larsson demokrasinin bir hak olduğunu daima savunmuş ve uğruna mücadele etmenin önemine dikkat çekmişti. Aradan geçen zaman kendisini haklı çıkardı, gezegen şu anda popülist diktatörlerin güdümündeki milliyetçi ve ırkçı güruhlarla uğraşmak zorunda kalmış vaziyette.
Belgeselde de kısaca aktarılan, tüm dünyada büyük şok yaratmış Olof Palme cinayeti dahil olmak üzere gözünü kırpmadan suç işleyen azılı katillerin icraatına bilhassa Batı dünyasında hâlâ kayıtsız kalanlara duyurulur.
Avustralya'nın Yaşayan Hazinesi
Eserlerindeki Leunig imzasıyla tanınan 1945 doğumlu Michael Leunig Avustralya Milli Vakfı tarafından "Yaşayan Hazine" payesiyle onurlandırılmış çok yönlü bir sanatçı. Kendisi esasen siyasi eleştirilerini zarifçe ifade ettiği karikatürleriyle tanınıyor, fakat o, aynı zamanda kültür söz konusu olduğunda mutlaka danışılan bir bilirkişi, bir eleştirmen, bir sanat yorumcusu.
Çizimlerindeki ve resimlerindeki şiirsellikten yola çıkarak bile kendisine şair payesinin verilmesinin çok kolay olduğunu düşünenlerin yanı sıra onu bir filozof olarak kabul edenler de var. Fakat kesin olan bir şey varsa o da eleştirel siyasi duruşu ve bunu provokatif biçimde dışa vurmaktan da kendisini alamaması. ABD'nin öncülüğünde ortaya çıkarılmış War On Terror (Teröre karşı savaş) konseptine karşı yüksek sesle tavır almış, Amerikanizasyon, hırs, tüketim toplumu, uluslararası şirketler ve savaş çığırtkanlarına karşı mizahını daima konuşturmuş bir muhalif o. Fakat eserleri aynı zamanda ruhani, dini ve ahlaki meselelere ilgi gösterdiğini de ispatlıyor. Film boyunca genelde huzur saçan enerjisiyle seyirciyi peşinden sürükleyen Leunig'in çok sade çizimlerinin yanında çok renkli resimleriyle de dünya çapında tanınmasına şaşmamalı.
"Leunig Parçacıkları" olarak Türkçeye tercüme edilebilecek adıyla "The Leunig Fragments" adlı belgesel bizi kendine has kahramanına doyuruyor. Yönetmen hanesinde gayet zahmetli ve uzun bir çekim sürecine girişmekten gocunmamış genç sinemacı, Kasimir Burgess'ın adını görüyoruz.
Geçenlerde Sydney Film Festivalinde gösterilmiş olan 97 dakikalık filmde sanatçının gayet geniş eser skalasından politik çıkışlarına, sosyal imajından özel yaşamına, birçok teferruata vâkıf oluyoruz. Ve ne yazık ki ilerlemiş yaşında, daha önce kurmuş olduğu ailelere rağmen, geriye genellikle yalnız bir adam kaldığını görüyoruz. Filmde tezatlarla boğuşan bir insan olduğunu da idrak ediyoruz; işte bu yüzden de Leunig hakkındaki film, seyredilmesi kesinlikle zevkli, biyografik belgesel estetiğine hakkını veren başarılı bir yapım.
Kenar mahalleden bale zarafetine...
1988 yılında Chicago'da doğmuş olan Charles "Lil Buck" Riley ABD'nin eski şaşaasını yitirmiş kentlerinden Memphis'te büyümüş. Jookin adıyla bilinen sokak dansına merak saldığında 12 yaşındaymış; aileyi kocasının yokluğunda, epeyce zor şartlarda geçindirmeye çalışan annesi, oğlunun bu merakına kayıtsız kalmamış. Etrafları maço bir kültürle sarılı olmasına rağmen, cevherini parlatması için oğlunu bale okuluna yazdırmış ve New Ballet Ensemble'dan aldığı bursla Lil Buck, bu eğitimini iki yıl dirayetle sürdürmüş. Dedikodulara göre genç dansçının bursu kabul etmek için ileri sürdüğü şart tayt giymemekmiş, fakat zamanla inadından vazgeçmeyi bilmiş.
Dünya çapında parlamasını sağlayan videoyu ise meşhur yönetmen Spike Jonze cep telefonuyla çekmiş. Camille Saint-Saëns'in "Kuğunun Ölümü" (La mort du cygne) eserinde Yo-Yo Ma eşliğinde dans ederken klasik bale figürlerini sokak diliyle harmanlaması onu tüm gezegende tanınan ve aranan bir dansçı haline getirmiş. Kısa ama başarılı kariyerinde Janelle Monae tarafından seslendirilmiş "Tightrope" şarkısının koreografisine katkıda bulunmuş, Yo-Yo Ma ile birlikte Çin dahil, muhtelif diyarlarda sahne almış, Fransa'da el üstünde tutulmuş, Super Bowl'da Madonna için dans etmiş, Cirque du Soleil'in "Michael Jackson: One" gösterisinde yer almış, bir reklamda da olsa Mikhail Baryshnikov'la aşık atmış... Fakat baş döndüren başarıları onu memleketinden, köklerinden ve bilhassa büyük değer verdiği annesinden ayırmamış.
Dünya prömiyerinin gerçekleştiği Tribeca Film Festivalinde ilgi gören 85 dakikalık "Lil' Buck: Gerçek Kuğu" (Lil' Buck: Real Swan) seyirciyi adeta hipnotize ediyor; kahramanının büyüdüğü kenar mahallede suça bulaşmamak, narkotik dünyasından uzak durabilmek için dansın tek çare gibi görüldüğü, çapraşık ve zorlu bir çevreden yine de bize ümitle seslendiği söylenebilir. Bir zamanlar ABD'nin parlak merkezlerinden olan ve muhtelif müzik gelenekleriyle adı anılan kentin artık gözden düşmüş mekânlarıyla, yeni nesilleri saran ümitsizlikle ve her şeye rağmen müzikten, danstan, kankalıktan beslenen güçlü dostluklarla karşı karşıyayız.
Louis Wallecan imzalı belgesel aynı zamanda, artık gücünü yitirmiş "Amerikan rüyası" kapsamında bir başarı hikâyesi olarak da görülebilir. Beyazların siyahları özellikle polis zorbalığıyla sindirmeye, ezmeye, hatta yok etmeye devam ettiği memlekette ne de olsa pek az siyah genç Lil Buck gibi nispeten kısa zamanda parlayıp başarıya ulaşabiliyor, üstelik bale eğitimini çok geç yaşta almış olmasına rağmen! Ergenliğinden itibaren olgun bir karakter izlenimini veren kahramanımızı büyüdüğü şehirde gençlere dans dersleri verirken, annesine duyduğu minneti her vesileyle dışa vururken de izliyoruz. Lastik ayakkabılarıyla parmaklarının ucunda dans edebilmek için tırnaklarından kan akıttığı dönemler geride kalmıştır, ondan desteğini esirgemeyenlere vefa borcunu ödemektedir, takdir etmemek ne mümkün! (MT/AÖ)