Anadolu yakasında herhangi bir gün… Annemlerden çıkıp evime gitmek için bindiğim taksi Fenerbahçe stadının arka tarafından Yoğurtçu parkına doğru yol alıyor. Kurbağalıdere’nin üzerinden geçerken trafik ışıkları kırmızı olunca duruyoruz. Daha dereye varmadan burnumuza gelmeye başlayan kokunun tam ortasındayız. Lağım, çürümüş yumurta, tarifi zor koku her tarafımızı sarıyor… Ne taksici ne ben ses çıkarıyoruz. Orada kokunun ortasında duruyoruz sessiz.
Kadıköy civarında yaşayanlar biliyor. Kurbağalıdere bazı günler daha çok, bazı günler daha az, bazı günler çevre sokakları kaplayacak, lodos olduğunda neredeyse Kadıköy çarşıya ulaşacak kadar, kokuyor. Feci kokuyor. Bok kokuyor. Buralarda yaşayanların hayatı da bu bok kokusu içinde geçip gidiyor.
Dolmuşla, taksiyle Fenerbahçe stadının yanından geçerken Kurbağalıdere’nin etrafındaki çaycılarda, büfelerde oturan insanlar görüyorum. Derenin dibi, kokunun merkezi. Tam kafam almıyor. Nasıl oturuyorlar acaba orada? Belki gidecek bir yerleri yok? Yoksa kanıksamışlar mı?
Aynı soru ile geçenlerde sahilde koşarım diye evden çıktığım bir gün gene karşılaşıyorum – hava lodos ve sahil inanılmaz kokuyor. Koşsam mı koşmasam mı? Hangisi daha kötü, bok kokusu içinde koşmak mı, planımdan vazgeçip kös kös eve dönmek mi?
Ben kara kara bunları düşünürken sahilde çimenler tıklım tıklım, herkes piknik modunda oracıkta oturuyor. Konuşuyor, bira içiyor, top oynuyorlar. Etraf yemyeşil, manzara mükemmel. Her şey güllük gülistanlık gözüküyor. Ama her şey güllük gülistanlık değil. Bok kokuyor etraf. Bok kokusu içinde oturuyor oturanlar. Bir ben mi alıyorum bu kokuyu? Yoksa herkes alıyor fakat bazımız koku yokmuş gibi yapmayı mı becerebiliyoruz?
Bok kokusu içinde yaşarken her şey güllük gülistanlıkmış gibi yapmak. Ülke aslında bildiğin tek adam rejimi olmuşken demokrasiymiş gibi konuşmak. Şehirler bombalanıyorken savaş yokmuş gibi davranmak. Akademisyenler hapse atılırken üniversite denilen bir şey kalmış gibi kariyer peşinde koşmak. Hayatta bir duruş olarak olarak ‘mış gibi yapmak’. Kurbağalıdere ülke için dev bir metafor bugünlerde sanki.
Derslerde otoriter rejimlerin yönetme mekanizmaları üzerine konuştuğumuzda kullanmayı çok sevdiğim bir makalesinde siyaset bilimci Lisa Wedeen Suriye’de araştırma yaptığı 90’lı yıllarda anlatıldığını duyduğu bir hikaye üzerinden Hafız Esad döneminde Suriye’de ‘mış gibi yapma’ siyasetini anlatır1.
İnsanların gerçek olduğunu varsayarak anlattığı bu hikayede sabah içtimasında bir koğuş askerden gece gördükleri rüyalarını anlatmasını isteyen bir komutan vardır. Askerler teker teker çıkıp rejimin dilini ve sembollerini kullanarak Esad’ı yücelten rüyalar anlatırlar. Bir tanesi ise aynı dili kullanarak Esad’ın ülkeye tecavüz ettiğini ima eder ve dayağı yer.
Wedeen’in bu hikayeyi kullanarak sorduğu şudur – bütün askerler aynı anda rüyalarında Esad’ı görmediklerine, yani komutan da askerler de anlattıklarının gerçek olmadığını bildiklerine göre böyle bir sahne ne işe yarıyor? Daha genel olarak, neden insanlar inanmadıkları halde rejimin hikayelerini tekrar etmeye zorlanmakta, sanki bu hikayelere inanıyorlar‘mış gibi’ yapmak zorunda bırakılmaktadırlar?
Aslında Wedeen’in ilgilendiği otoriter rejimlerin tahakkümlerini nasıl kurduğudur. Altını çizdiği önemli nokta da şudur – rejim insanların gerçekten ne düşündüğü ile o kadar ilgili değildir. Rejimin hem tahakkümünü kurması, hem de o tahakkümü sergileyebilmesi açısından insanların ‘mış gibi’ yapmaları yeterlidir. Her ne kadar argumandaki bir takım eksikleri eleştirse de Wedeen Greenblatt’ı alıntılar2: “Güç, kendini kurgularını dünyaya empoze ederek gösterir. Önemli olan herkesin bu gösteriye kanması değil, herkesin ya katılmaya ya da bunu sessizce seyretmeye zorlanmasıdır.”
Esad rejimi vatandaşlarına kendi hallerine bıraksalar yapmayacakları şeyleri yaptırarak, bir sembolik evren yaratıp insanları bunlara inanıyormuş gibi davranmak zorunda bırakarak kontrolünü inşa eder. Askerlere gerçekte görmedikleri rüyaları rejimin sembolizmini kullanarak anlattırmak ne kadar bunun parçası ise, bu hikayenin dilden dile anlatılması üzerinden yayılan rejime itaat edilmediğinde ne olacağının bilgisi de bu evrenin parçasıdır.
Rejimin kurgularına gerektiğinde inanıyormuş ya da destekliyormuş gibi yapmak, bazen de sessiz kalmak, insanlara otoriter ve tehlikeli rejim karşısında güvence sağlar, korku ile başa çıkmalarına, gündelik hayatlarına bir şekilde devam etmelerine izin verir. Fakat bunu yaparken bir yandan da rejimin gücünü ve kendi güçsüzlüklerini ortaya koyarlar. Daha da önemlisi bu durum onları rejimin işleyişinin ve gücünün bir parçası, yani suç ortağı haline getirir. Yaptıkları aslında sadece itaat etmek değil rejimin tahakkümünün inşasına yardım etmektir. Hikayeler tekrar edildikçe yayılır, yerleşir, gündelik hayatın parçası olur, rejimin dilini kullanmak da, ses çıkarmamak da normalleşir, ses çıkaranlar ya da bu dili eleştirenler, kullanmayanlar ayrık kalır, daha göze batar, daha kolay ele geçer. Rejim tahakkümünü işte ancak bireylerin bu katılımı ile inşa edebilir.
Bugün AKP yönetiminin Büyük Türkiye hikayelerine eminim inananlar vardır. Bir dolu insan da inanmasalar, ya da inanıp inanmadıklarını fazla sorgulamasalar bile güce hakim gruba dahil olmak, bir takım kaynaklardan yararlanmak, elindekileri kaybetmemek için bu hikayeleri tekrar ediyorlar.
Bir dolu başka insan ise memnun olmadıkları, desteklemedikleri bir duruma karşı sessiz kalmak ya da bunlar olağanmış gibi yapmak zorunda hissediyor, bok kokusunda piknik yapmak ve daha korkunç bir dolu şey normalmiş gibi davranıyorlar. Bunun sebepleri bazen korku ise de genelde yoğun bir güçsüzlük hissiyatı, sinizm, öğrenilmiş çaresizlik. Ne yapsak, ne desek bir işe yaramıyor ve yaramayacak hissiyatı. Bir şeye etki edemeyeceğine inanan kişinin kafasını önüne eğip elinde olanları değerlendirmeye çalışması, işine gücüne devam etmeye, hayatını sürdürmeye, kendini korumaya çalışması çok anlaşılamaz değil.
Fakat hikayelere inanmak ya da inanmamak, tekrar etmek ya da olan biten, söylenen, anlatılan ve yapılanlar karşısında sessiz kalmak hepsi aynı kapıya çıkıyor. O da rejimin söyleminin ve dilinin normalleşmesi, tahakkümünün yerleşmesi. Sesini çıkarmamak, olan biteni kanıksamak ve zamanla başka ne türlü hayatlar mümkün unutmak demek. Sesini çıkarmamak her geçen gün söylenilebileceklerin sınırını daraltmak demek, eleştiri alanlarının ufalması, ortadan kaybolması demek, sesini çıkaranı yalnız bırakmak demek. Sesini çıkarmamak, eleştirinin en hafifinden “şikayet etmek” “haline şükretmemek” en ağırından “vatan haini” olmak anlamına gelmesi sürecinin, rejimin kurgusunun bir parçası olmak demek.
Wedeen’in sistemin fabrikasyonlarını tekrar etmek zorunda bırakılan kişiler üzerinden altını çizdiği önemli nokta şu: Sistemin güç ilişkilerinin hem kurbanı hem de bir parçası olan kişiler aslında bu durumda suç ortağı olduklarını bilirler ve bu bilgi ile yaşamak zorunda kalırlar. Yani kişi rejimin kendini bir şeylere zorladığını ve kendisinin de boyun eğdiğini bilir. Boyun eğen, suç ortağı olan bir kimse olduğu bilgisinin ise psikolojik ve politik sonuçları vardır. Bu da kişinin politik özneliğini yitirmesidir.
Evet, sessizlik aslında her zaman topyekun bir itaat anlamına gelmiyor; insanlar dalga geçerek, şakalar yaparak, kendi aralarında konuşarak fikirlerini ve eleştirilerini ortaya koyuyorlar; sessizlik bazen öfkenin, bazen açığa çıkabileceği fırsatı bekleyen bir enerjinin üzerini örtebiliyor. Zaten Türkiye’nin içinde bulunduğu şu noktada, demokrasinin kurumsal yapılarının, muhalefet partilerinin, anayasanın içi oyulmuş, geriye incecik kabukları kalmış iken vatandaş olarak bir şeylere ses çıkarmak belki gerçekten de hiç bir işe yaramayacak. Ama burada önemli olan itaat ve sessizliğin alışkanlık haline geldiği ve alışkanlık haline geldikçe de kendi kendini devam ettirdiği bir mekanizmaya dönüştüğünün farkında olmak. Bu süreç içinde elimizde kalan az bir öznelik var ise o da işte o çıkardığımız ya da çıkarmadığımız seslerde yatıyor. (DE/EKN)
----------------------------------------------------
- 1. Wedeen, Lisa. 1998. Acting “As If”: Symbolic politics and social control in Syria. Comparative Studies in Society and History, 40, 503-523.
- 2. Greenblatt, Stephen. 1980. Renaissance Self-Fashioning: From More to Shakespeare. Chicago: University of Chicago Press.