Vize başvurumun reddedilmesine uzun süre inanamamıştım; her ne kadar daha önce Türkiyeli arkadaşlarımla empati kurup duruma hiddetlensem de İtalyan vatandaşı olarak ilk defa şahsen başıma gelince hayatıma ağır bir müdahale olarak algılamıştım.
Tabii konu Burma'ya seyahat olduğunda Luc Besson'un son filmi The Lady'den de anlaşılabileceği gibi askerî rejimle yönetilen ülkede insanın başına daha korkunç olayların gelmesi mevzubahis olabiliyor.
Neyse ki yaklaşık 15 sene ev hapsinde tutulan lider Aung San Suu Kyi'nin de katılacağı 1 Nisan 2012 tarihinde yapılacak ara seçimler Altın Üçgen'in en şaibeli ülkesi, resmî adıyla Myanmar'da bir şeylerin değişebileceği yönünde ümit beslememizi sağlıyor.
Burma'ya seyahat
İstanbul'un keşmekeşinden uzaklaşmak amacıyla sık sık çıktığım uzun yolculuklarda genelde Batı ülkelerini değil, Budizmin yumuşak dokunuşunun hâkim olduğu diyarları tercih ederim.
2007'nin başlarında Burma'nın yetkili makamlarına yaptığım vize başvurusunun reddedilmesi, aslında bağımsız ruhumun alışık olduğu sırt çantalı yolculuk biçiminden hoşlanmayan devletin faşizan otoritesini turistlere de uygulamak istemesine dayanıyordu.
Bana teklif edilen çeşitli transfer, uçak ve otel rezervasyonlarını reddettiğimden memlekete girişim uygun görülmemişti. Derken ağustos ayında akaryakıt fiyatlarının artırılması, genel durumdan zaten bezmiş olan Burma halkının isyan duygularını kabarttı, daha önce görülmemiş sayıda Budist rahibin liderliğinde ayaklanan protestocular 26 Eylül tarihinde benzersiz sertlikteki müdahalelerle devlet tarafından susturuldu.
Safran Devrimi olarak da anılan ve yetkililerin sebep oldukları ölümleri hâlâ inkâr ettikleri olaylar beni yıldırmadı. 2008 yılının başında başvurumu yinelerken, havaalanından otele transfer, Rangoon'da iki gecelik otel rezervasyonu ve beni cennet vadi Bagan'a götürecek iç hat uçuşu hizmetlerinden yararlanmaya karar vermiştim.
Vizem kısa zamanda verildi, böylece özellikle Batılıların zor girdiği Myanmar'a sızmayı başardım. Üstelik daha önce Maoistlerin faal olmaları sebebiyle Nepal'de, Tamillerin gündemi fazlasıyla işgal ettiği Sri Lanka'da, hatta Casamance bölgesi için çarpışan ayrılıkçı grup MFDC'nin Senegal'inde olduğu gibi Batılı turistlerin az olduğu bir döneme rast geldim yine.
İstanbullu Levanten bir fotoğrafçı olarak oryantalizmde ulaşabileceğim en yüksek nokta olan Bagan vadisinde 15 gün boyunca asırlar önce terk edilmiş bir imparatorluk başkentinden geriye kalan yüzlerce tapınak arasında bisikletle dolaşarak huzur aradım.
Güneş batarken bir Pagoda'nın tepesinde tanıştığım Polonyalı, bir ajan vizesini yemek uzmanı olarak alabildiğini, faili meçhul cinayetlere kurban giden rahiplerin karanlıkta kalan sonunu araştırmak için Burma'da olduğunu itiraf ediyordu. Ben ise tipik bir romantik olarak kırlarda pedal çevirirken yolumu kesen çocukların ısrarlarına dayanamayarak aldığım George Orwell'in Burma Günleri'nin kaçak baskısını okuyup vicdanımı rahatlatmaya çalışıyordum.
Muhalif yazarın Birleşik Krallık tarafından polis olarak atandığı Burma'da, kolonyalist güçlerin etkileri günümüzde hâlâ hissedilen emperyalist uygulamalarını ifşa ettiği eser, gelecekteki icraatlarının işaretlerini veren ilk romanıydı; tesadüfen bulup yatağımda yatarken ağaçların arasından altın kubbesini seyrettiğim, Moğol akıncılarının yok edemediği tapınağa gelir sağlayan vakıf otelindeki siestalarım sırasında, kitabımı özümseyerek okudum.
Myanmar'ın Atatürk'ü sayılabilecek, İngilizler'in 60 yıldan fazla süren sömürgeciliğini sona erdiren, bağımsızlığın mimarı ve Burma Birliğinin kurucusu General Aung San 1947'de, amacının nihai noktasına ulaşmasına altı ay kala öldürülmüştü.
Çağımızda nesli tükenmiş olan, tapınılan liderler klasmanında tam da bu sebepten dolayı millî kahraman sıfatıyla hâlâ varlığını sürdüren ve aynı zamanda Burma Komünist Partisinin kurucusu, devrimci lider Bogyoke Aung San'ın kızı Suu Kyi'nin de başına gelmedik kalmadı.
Son olarak, özellikle 90'lı yıllarda Nikita, Leon, Beşinci Element ve Taxi gibi aksiyon ağırlıklı filmleriyle tanınan Fransız yönetmen Besson'un siyasi damarını tetiklemiş olduğu kesin.
Generalin kızı olmasından dolayı halkın tek ümidi olan ve 1990'da yapılan seçimlerde oyların yüzde 59'unu alan Demokrasi İçin Milli Birlik Partisi'nin Genel Sekreteri 1945 doğumlu Aung San Suu Kyi, 13 Kasım 2010'a kadar gaddar generallerce ev hapsinde tutuldu.
En başta 1991 yılında Nobel Barış ödülünü kendisine veren İsveçliler olmak üzere tüm dünyanın desteğini esirgemediği güzel liderle ilgili The Lady adlı filmde ise politik olaylar sanki İngiliz kocasıyla bir türlü yaşanamayan ilişkilerine çerçeve oluşturan ve duygu sömürüsünü artırmaya yarayan unsurlar.
Örneğin, filmin gerçek olaylara dayandırıldığını bildiğimizden evde göz hapsi uygulamasının daha en başlarında, silahlarını Suu'ya doğrultmuş askerlere doğru cesurca yürüyüşünün liderin ölümüyle sonlanmayacağından eminiz.
Her ne kadar bu olay dilden dile aktarılarak bir halk destanı haline gelmiş ve John Boorman'ın Burma'da Gözyaşları filminde de kullanılmış olsa bile insana manyakça bir zevk veriyor.
Genelkurmay Başkanının bu olaya sebep olan generalini diğer üst düzey askerlerin önünde silahıyla öldürürken, "Bir halk kahramanı daha mı yaratmak istiyordunuz?" demesi otoritenin ellerinin neden bağlı olduğunu da gayet isabetli biçimde anlatıyor:
Myanmarlı askerlerin korkusu, liderin dokunulmazlığına halel geldiği takdirde, önüne geçilemeyecek halk ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalmak.
Zarif oyuncu Michelle Yeoh'un başarıyla canlandırdığı Suu aslında uzun yıllardan beri İngiltere'de kocası ve iki oğluyla mutlu bir hayat sürdürürken kendini bir anda olayların ortasında bulmuştu; eşinden desteğini ömrü boyunca esirgemeyen kocası Michael Aris de, İngiliz pasaportuna rağmen ilgili makamların vize konusunda yarattığı zorlukları aşabildiği ölçüde, Burma'nın siyasi bağımsızlığı için sevgili karısına yardımcı olmuş bir centilmendi.
Film boyunca elinden bırakmadığı Gandhi kitabının Suu'ya günümüzdeki kurtlar sofrasında ne kadar yararı dokunabileceğini bilemeyiz, fakat Parisli yönetmenin dünyanın acı gerçeklerine sırtını dönmeye meyilli duyarsız kesimleri etkilemesini dileriz.
Burma'da seçim
Tabii insan Besson'un bu kontratağını sorgulamadan edemiyor. 15 sene önce Vietnam'a gittiğimde, ABD'nin kimyasal silahlarının etkileri doğada ve anne sütünde hâlâ görülüyor olmasına rağmen devlet kapılarını ABD'lilere tekrar açmaya hazırlanıyordu.
Eski sömürge gücü Fransa'nın La vache qui rit peyniri gibi çağdaş yatırımlarını bir süredir esirgememesi, halkın asırlardır süren, ancak sekteye uğramış doğayla uyumlu yaşamını iyice bozmaya yönelikti adeta:
Geleneksel Vietnam mutfağında peynir yoktu ki! İlerleyen yıllarda sanayinin ülkeyi altüst edici ritmlerle değiştirdiğini görüyoruz. Şimdi de dünyanın süper güçleri, Kuzey Kore gibi yıllardan beri kapalı kutu olan ve 1962'den beri askerî cuntayla yönetilen Myanmar'ın kapılarını açmasını bekleyen aç kurtlar görünümünde.
Asya'daki yasadışı afyon üretimi dendiğinde akla gelen Altın Üçgendeki Burma, komşuları Laos, Tayland ve Vietnam'la süregelmekte olan işbirliğini nasıl sürdürecek?
Altın Üçgen her ne kadar dünya pazarının en büyük eroin üreticisi sıfatını yakın bir tarihte Afganistan'a kaptırmış olsa da, generaller bu gelirlerinden mahrum kalabilecekler mi?
Aynı zamanda Hindistan, Bangladeş ve Çin'le de komşu olan 676 bin 578 kilometrekare yüzölçümü ve 60 milyona yaklaşan nüfusuyla Burma, yıllardır saygı gösterilmeyen azınlık mozaiği, insan hakları, ifade özgürlüğü, sabıkalı olduğu silah ve insan ticareti, çocuk işçiliğiyle herkesin gönlündeki lider Suu'ya ağır bir sorumluluk yüklüyor.
Gözlemciler tarafından çok inandırıcı bulunmayan 2010 açılım ve seçimlerinin devamı sayılabilecek, sadece boş kalan 48 sandalyeyi doldurmaya yönelik bu ara seçimler için Başkan Thein Sein Batı ülkeleri dahil olmak üzere birçok devletin gözlemcilerine kapılarını açmış durumda. Her ne kadar yönetim, halkı her zamanki ikna politikalarıyla caydırmaya çalışsa da, yolun tekrar açık olsun cesur ve dirayetli kadın Aung San Suu Kyi. (RL/AS)