Fotoğraf: Canva
Hepimizin hayatında farklı etkiler bırakır kutular... Kimisi için sevdiklerinden gelen sürpriz hediyeleri taşır. Kimisi en değerli anılarını saklar özel kutularda. Bazen yılların izlerini taşıyan fotoğrafların ev sahibidir. Bazen de yan yana dizilir, bulmacaya dönüşüp, bizi eğlendirir. Sahi bir de ayakkabı kutuları var değil mi? Peki, kâğıt üstünde sadece dört çizgiden oluşan küçük bir kutudan, bir meslek çıkar mı? Ben yaşayarak öğrendim.
Lise yılları... Üniversite sınavları gelip çatmıştı. Bu günle kıyasladığımızda bizim kuşağın çok daha şanslı olduğunu düşünürüm hep. Disiplinli bir çalışma yeterliydi. Şimdilerde olduğu gibi sınav öncesi sayısal, sözel diye bir ayrım da yok. Sınavlara girip, aldığımız puanlara göre yerleşiyorduk.
İki değnekli bağımsız bir yaşam
Sınava birkaç ay kala başvuru formları dağıtıldı. Formu heyecanla doldurdum. Okul idaresine teslim ettim. Ders bitip sınıftan çıktığım esnada, çok sevdiğim hocalarımdan biri olan müdür yardımcısı beni yanına çağırdı. Havadan sudan konuştuk önce. Sonra dersleri sordu. Her zamankinden farklı bir tutukluğu olduğunu hissettim, mahcup bir hali vardı, çok sonra konuya girdi. Formu çıkarttı. İşaretlemediğim bir kutu vardı, onu gösterdi. Kutunun karşısında, herhangi bir sağlık sorununuz var mı şeklinde bir soru yöneltilmişti.
On iki yaşında geçirdiğim viral bir enfeksiyon sonucu öğrenim hayatıma engelli bir birey olarak devam etmiştim lakin bu benim açımdan bir sağlık sorunu değildi. İki değnekle sıradan insanlara göre yavaş olmakla birlikte, bağımsız bir şekilde yaşamımı devam ettirebiliyordum. Hocamın kendisi de benim gibi düşünüyor olsa da, ileride sorun çıkabileceği endişesi ile kutuyu işaretlememi istedi. Böyle bir ayrımın yapılmasından canı yanmıştı belli, sesindeki titremeden hissetmiştim öyle olduğunu. Haline çok üzüldüm. Kurtarmak istedim hemen, yaşadığını fark ettiğim bu ağır suçluluk duygusundan onu. Formu aldım, kocaman bir gülümseme ile işaretledim ve ona geri verdim. Ne olabilir ki sonuçta küçücük bir kutucuktu...
Ayrıştırmanın nedenini anlamadım
Sayılı günler çabuk geçti. Sınav günü geldi çattı... Malum büyük bir heyecan... Yerime oturdum, kitapçıklar dağıtıldı, süre başladı... Heyecandan olacak, çok sonraları fark ettim sınıftaki herkesin engelli bireylerden oluştuğunu. Nedenini anlayamadım bu ayrıştırmanın. Sorulara yoğunlaşmıştım. Dersleri iyi olan bir öğrenciydim ve psikiyatr olmak gibi bir hedef koymuştum önüme. O an için düşündüğüm tek şey, yoğun geçen bir öğrenim yaşamını, bu birkaç saatlik sürede, en iyi şekilde sonuçlandırmaktı. Ve sınav bitti...
İlerleyen günlerde, hepimiz postacının yolunu gözlemeye başladık. Kulağa bir asır öncesi gibi gelse de, bizim dönemimizin o günlere has güzelliği... Kulağımız kapıda, gözümüz yollarda, heyecan dorukta. Ne de olsa posta kutusuna bırakılacak olan zarf, yaşanacak yılların habercisi. Nihayet beklediğim gün geldi. İşte orada duruyordu. Bir süre öylece bakıştık. Sonra zarfı açtım... Eczacılık... Şaşırmıştım, beklediğim sonuç bu değildi.
Ancak kayıt zamanı öğrendim gerçeği. Adım listenin en sonuna yazılmıştı. Birinci sıradaki öğrencinin puanı benim puanımın çok altındaydı. Öğrenci işlerine sebebini sorunca; bunun özel bir yerleştirme olduğu söylendi. Eve döndüğümde, içim içimi yiyordu. Neler olduğunu öğrenmeliydim.
Sağlık durumunu düşününce...
Uzun bir arayıştan sonra YÖK' ten randevu aldık. Turgut Özal Türkiye'sinin ilk yılları... İşte karşımızdaydı. Şaşırtıcı bir ihtişam... O güne kadar hiç görmediğim çiçeklerle donanmış kocaman bir bahçe, binaların içindeki süs havuzları, şimdilerde çok gördüğümüz lakin benim ilk kez orada gördüğüm cilalı parlak bir zemin... Bir uzay üssü gibiydi benim için. Birçok kapıdan geçtikten sonra, bizi bekleyen yetkilinin odasına ulaştık...
Durumu heyecanla anlattım. Soğukkanlı bir şekilde dinledi beni, karşımızdaki yetkili. Bir bana baktı, bir yerleştirme kağıdına... Sonra bilgisayardan kontrol etti.
''Evet, seni biz yerleştirmişiz. Sağlık durumunu düşünerek bu bölümde daha rahat okuyabileceğine komisyon olarak karar vermişiz'' dedi, sakin bir biçimde.
Şaşırmıştım... Çok sinirlendim... Benim nerede okuyacağıma karar verme hakkını nasıl bulmuşlardı kendilerinde? Beni hiç görmeden, ne istediğimi sormadan... Kimdi bunlar? Hangi yetkiyle? Karar vermişlermiş!!! Neye göre? Başvuru formunda işaretlenmiş, dört çizgiden oluşan küçücük bir kutuya göre mi?
''En azından beni çağırmanız ve fikrimi sormanız gerekmez miydi?'' dedim, çok öfkeliydim.
Ne var ki itirazlarımız sonuç vermedi. Sıralamada yapılacak bir değişikliğin bütün sınav sonucunu değiştireceğini, bu nedenle bir değişiklik yapamayacaklarını söyleyerek, çok dahice bir çözüm önerdi sayın yetkili;
''Seneye bir daha sınava gir.''
Ortalama altı saat ayakta
Oradan ayrılırken bu son cümle kulaklarımda yankılanıyordu. Onların önerisi olduğu için midir bilmem seneye bir daha sınava girmedim. Ancak laboratuar derslerinin olduğu, ortalama altı yedi saat ayakta kaldığım günlerde, okula giderken sırt çantamda taşıdığım malzemelerin ağırlığı, kendini hissettirdikçe ve tüplerin sesini her duyduğumda içimden onlara selam göndermeden edemedim...
Çok abartılacak bir durum değil, benim eğitim hikayem. Bir dahi de değilim. Ortalama bir zekaya sahibim. Görece beni destekleyen bir çevrede herkes kadar emek vererek, çok ciddi bir hak gaspına uğrasam da bir meslek sahibi oldum. Toplumun normal beden normlarının dışında olmam, bu potansiyeli ortaya çıkarmama engel değildi.
Peki, bu gün ülkemizde yaşayan milyonlarca engelli çocuk ve gencin eğitim hikayesi? Kaç engelli çocuk ve genç hak ettikleri eğitim imkanına ulaşabiliyor?
Engelli çocukların eğitimi, ticari bir alanın konusu
Pandemi ile birlikte eğitim, hem ebeveynler hem öğrenciler için, içinden çıkılamaz çok bilinmezli bir denkleme dönüşmeye başladı. Engelli öğrenciler için ise durum çok daha ciddi. Eğitimdeki eşitsizlikler her gün biraz daha derinleşirken, engelli öğrenciler her zamanki gibi eğitim sisteminde bir yük olarak görülmeye devam ediyor.
''Evde bakım ücreti'' adı altında, tanımıyla dahi engelliliği acizlik ile eşleştiren sosyal politikalar, bireyi bağımsızlaştırmaktan ziyade pasivize ederken, engelli çocukları evlerinde süresiz bir tecride mahkum ediyor. Engelli kız çocukları, artan taciz ve tecavüz vakalarından sonra ailelerin artan kaygıları nedeniyle daha da korumaya alınırken, büyük bir çoğunluğu eğitim hayatı ile hiç tanışamıyor. Nöroçeşitliliği olan bireylerin kaynaştırılmış sınıflardaki eğitim hakları idarecilerin inisiyatifine bırakılırken, sistemin dışında bırakılan engelli çocukların eğitimi, ticari bir alanın konusu olmaya başlıyor. Bundan sonraki süreçte ise afaki ücretlerle ve denetlenmeyen yöntemlerle eğitim, aileler için tam bir ızdıraba dönüşüyor.
Okul yöneticileri, akademisyenler, gazeteciler... Ayrımcı bir dil, görmezden gelme, hakaret, düşük beklenti, itibarsızlaştırma... Yaralayan ve kanatan bir dil her gün yeniden negatif engellilik kültürünü beslerken, var olan sağlamcı zihniyet, engelli bireylerin eğitim alma hakkını gasp ediyor.
Kimlerden miras bu dil, bu zihniyet?
Bu dil, bu zihniyet, bu kültür tarihten günümüze kimlerden miras kaldı? En olmaz dediğimiz meslek gruplarının ağzından niye dökülür böyle sağlamcı söylemler? Durum yeni değil aslında. Var olan zehirli kodların tohumları, topluma şekil veren ünlü isimlerin zihninden akıp gelmiş bu günlere.
En ateşli temsilcilerden birisi olduğuna karar verdiğim, Jean Jacques Rousseau'nun "Emile" isimli kitabındaki şu satırları okurken dehşete düşmüştüm;
''Sakat ve hastalıklı bir çocuğun bakımını üstlenen kişinin mürebbilik görevi hastabakıcılık görevine dönüşür; bu kişi artık işe yaramayan bir yaşama özen göstermekle, değerini arttırmaya ayıracağı zamanı heba etmiş olur."
''Ben, seksen yıl yaşayacak bile olsa, hastalıklı ve sıska bir çocuğu yetiştirmeyi üstüme almam. Hiçbir zaman kendisine ve başkalarına yararı olmayan, yalnızca kendisini korumayı düşünen ve vücut yapısı ruhunun eğitimini engelleyen bir öğrenci istemem. Onun için boşuna bol bol emek harcamakla, toplumun kaybını iki misline çıkarıp elinden bir yerine iki insan almaktan başka ne yapmış olacağım? Benim yerime bir başkasının bu sakatı yetiştirmeyi üstlenmesini kabul ediyor ve bu iyilikseverliğini onaylıyorum.''
Siyasi fikirleri ile Fransız devrimini etkileyen Jean Jacques Rousseau, devrimden sonraki toplumun sosyal yapısına ve eğitim sistemine yön veren bir felsefeci. Lakin bu söyleminden anlıyoruz ki özgürlük için kurduğu hayali, engelli bireyleri kapsamıyor. Eşitlikçi, devrimci, demokrat... Yalnız sağlamlar için... Ne kadar da ulvi!!!
Aynılaştırma, tek tipleştirme sistemi
Aradan geçen yüz yıllar, o gün inşa edilen bu negatif kültürün bizim ülkemizde de kabul görüp sürdürülmesine engel olamamıştır. Bu gün hali hazırda eğitim sistemimizde birçok eğitimci için sakat çocuğun yaşamı işe yaramaz, eğitimi zaman kaybı ve bu sorumluluğu üstlenen eğitimci, görevini yerine getiren kişi olmaktan ziyade, iyiliksever!!!
''Güçsüz bir vücut ruhu güçsüzleştirir'' satırları ile J.J.Rousseau adeta sağlamcı ideolojinin en sağlam savunucusudur demek, ona haksızlık olmasa gerek...
Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi'nin 24. maddesinde tüm çocuklar için bütünleştirmeye dayalı bir eğitim sisteminin yapılandırılması gerekliliği vurgulanmaktadır. Bütünleştirilmiş eğitim; dil, din, ırk, farklı engel grupları, kültür ve cinsel yönelim çeşitliliklerine göre herkesin kamu kaynaklarına, sosyal çevreye ve eğitime eşit erişimini içerir.
Oysaki var olan eğitim sistemimiz toplumsal doğanın tüm farklılıkları için engellidir. Zira eğitim sistemimiz farklılıkların içinde saklı ve dışarı çıkarılmayı bekleyen potansiyellerini keşfetmekten ziyade bir ''aynılaştırma'', ''tek tipleştirme'' sistemidir. Toplumun kabul ettiği normal beden ve nörotipiklere göre gerekli organizasyonların yapıldığı bu eğitim sistemi, engelli bireyi dışarıda bırakmaktadır.
Engellinin dışarıda bırakıldığı, yuhalatıldığı, hakarete uğradığı bu sistemde, sadece bedensel ve zihinsel farklılıkları olanlar değil, tüm farklılıklar bu eğitim sisteminin engellisidir.
Hiç bilmedikleri kelimelerin tınısı
Ana dilde eğitim alamayan çocuklar da bu sistem içinde engelli bir bireye dönüşmektedir. Evlerinde, sokaklarında neşeli bir kuş gibi cıvıldayan çocuklar, okulun ilk yılında sessizlikle gönüldaş olurlar. Hiç bilmedikleri kelimelerin tınısı kulaklarında çınlarken, küçük omuzlarına bırakılan bu ağır yük ile başarısızlık hissinin yakıcılığında, kendilerini suçlayıp, ciddi bir özgüven sorunu yaşarlar. Hal böyle iken eşitsiz bu eğitim sistemini halen pedagojik olarak savunan patolojik söylemlere tanıklık ediyoruz...
Artı ürünün artıkları, Marmara denizini müsilaj ile kapladı. Suyun üzeri sert ve kalın bir tabaka ile kaplanırken altındaki yaşam formları ile temasımız kesildi. Ve fakat sadece denizin altındaki canlılığı mı hissedemez olduk? Şüphesiz, değil...
Kalbimizi ağır ağır saran müsilajın yansımasıdır aslında, denizlere de yayılan... Hırs, aç gözlülük, öfke, nefret, kin, kibir! Daha fazlası, hep daha fazlası... Her hakkı, sadece kendine hak sayması... Hakimiyet kurma çabası... Haklı olma bağımlılığı... Bana bir şey olmaz, rahatlığı... Konforum bozulmasın korkaklığı... Öne çıkma telaşı... Yavaş yavaş kaplıyor tüm benliğimizi, o yapış yapış egoizmin salyası... Ve artarken ruhumuzun iflah olmaz yalnızlığı, usul usul sönüyor, içimizdeki yaşam ışığı...
(HBÇ/AÖ)