Koruyucu sağlık hizmetlerinin eksikliği gün geçtikçe kendini acı bir şekilde gösteriyor.
Ankara'da bir kişi "kuş palazı"ndan ölmüş. Kaç kişi duymuştur, kaç bilir bu hastalığı?
"Difteri" desek belki hekimler bilir, ama özellikle "genç" olanları, özellikle "aile hekimi" olanlar onu da duysalar da görmemişlerdir, çoğunlukla.
Nazım Hikmet 10 Eylül 1961'de Leipsig'de yazdığı şiirinde "hoş geldin bebek / yaşama sırası sende / senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma / ince hastalık yürek enfarktı kanser filan / işsizlik açlık filan / tiren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası yer depremi sel baskını / kuraklık falan / karasevda ayyaşlık filan / polis copu hapisane kapısı falan / senin yolunu gözlüyor atom bombası falan / hoş geldin bebek / yaşama sırası sende / senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan." diyor.
Bundan neredeyse 50 yıl önce yazılan bu şiirde yeni doğan bir bebeğin başına gelebilecek olanları sıralamış sevgili Nazım. Orada sıralananların çoğu, aradan geçen süreye karşın bugün doğan çocukların da başına gelebilecek olaylar.
Sağlık Bakanlığı'nın konuya ilişkin olarak yaptığı Basın Açıklaması'nda (02.02.2011) bu hastalığın Türkiye'de en son olarak 2003 yılında görüldüğü bildiriliyor.
Peki neden?
Difteride ne yapılır?
"Kuşpalazı" hastalığından bir "ölüm" haberini okuyunca aklıma neredeyse 30 yıl önceki bir anım geldi:
1983 yılı kışında Ordu ilinde Sağlık Müdür Yardımcısı görevini sürdürürken, Ordu'nun Akkuş ilçesinin bir köyünde iki çocuğun hastalıktan öldüğü ihbarını almıştık. Durumu yerinde görmek, ne olup bittiğini anlamak üzere müdürlüğün bir cipine atlayıp hemen merkeze 220 km. uzaklıktaki bu köye gitmiştim. Giderken o köyün bağlı olduğu Akkuş ilçesi'ndeki sağlık ocaklarından bir sağlık ekibi oluşturmuştuk.
Köyde yaptığımız incelemede gerçekten de "difteri" ya da başlıktaki deyimiyle "kuşpalazı" hastalığından iki çocuğun öldüğünü saptamıştık. Bunların dışında birisi oldukça ciddi altı olgunun daha olduğunu görmüştük.
Bir Cuma günüydü ve araştırmayı sonlandırdığımızda akşam olmuştu. Telefonla yardımcısı olduğum sağlık müdürümü arayıp durumu bildirmiştim. Aynı gece müdürlüğün makam arabasının -bir steyşın reno idi- hemen yola çıkıp, gece saat bire doğru Ankara'ya vardığını, sabaha karşı saat üçte Hıfzıssıhha'daki aşı deposunu açtırıp, tüm köy ve çevrelerini yeniden aşılamak üzere yeterince "difteri" aşısı sağladığını, ertesi günü öğlene doğru aşıyı bize ulaştıran makam şoförü anlatmıştı.
Hemen o gün ve ertesi gün o bölgede 24 saat hizmet veren tüm sağlık ocakları aracılığıyla bu aşıları hedef gruba yeniden uygulamıştık. Sonrasında yeni bir ölüm ve yeni bir olgu da görülmedi. Çiçeği burnunda genç bir hekim olarak bu acı olayla "koruyucu sağlık hizmeti"nin, "aşı"nın anlamını yaşayarak görmüştüm.
Sonrasında benzer yaklaşımı hep sürdürdük. Ordu ili "sağlık ocağı" ve "koruyucu hekimliğin" ne demek olduğunu anlamıştı. Ama bu çabamızın ödülü altı ay dolmadan, müdür dahil üç arkadaşımla birlikte benim de "görevden alınmamız" olmuştu.
Koruyucu Hekimlik ve Maliyeti
Koruyucu hekimlik çok önemlidir ve sürekliliği gerektirir. İnsanların bu yönde bir hizmet taleplerine bağlı olmaksızın "sağlık açısından" yapılması gerekeni yapmak gerekir. Bunun için de her şeyden önce amacı "hastalıkları saptayıp tedavi etmek" değil, "sağlığı korumak ve geliştirmek" olan hizmet birimleri gerekir.
Bu hizmet birimlerinin işlerini iyi yapıp yapmadıkları, iyileştirdiği hastalara bakılarak değil, hastalıkların ortaya çıkmamasıyla ölçülür.
Bakanlık açıklamasında 2003'den bu yana "hasta görülmediği"ni söylerken bir gerçeği ortaya koyuyor: Şu anda yeğlenen ve "hastalıkların tanı ve tedavisine yönelik hizmet modeli"nin, sağlığı korumak bir yana hastalık üretmekten başka bir işe yaramadığı gerçeği.
Açıklamadaki "Hasta ile temas eden hastane personeli ve hastanın ailesi ile yakın çevresi gecikmeksizin ayaktan koruyucu tedavi ve takibe alınmıştır. Ayrıca yakın teması olan herkese birer doz difteri aşısı yapılmıştır. Hastayla yakın teması olan kişilerin şu anda sağlık durumları iyi olup ayaktan takipleri devam etmektedir." şeklindeki sözler bir paniğin ifadesidir.
Bu paniğin de nedeni bellidir: "Artık koruyucu hekimliğe yönelik hizmetlerin gerektiği gibi düzenli ve sürekli şekilde sunulmuyor olmasıdır."
Koruyucu hizmetlere ilişkin giderleri SGK karşılamamaktadır. Sağlık Bakanlığı'nın 2011 bütçesi sunumunun 13. sayfasında 2011 yılında "koruyucu ve temel sağlık hizmetleri" için ayrılan paranın "6.424.000.000 TL" ve aynı sunumun 121. sayfasında da toplam bütçenin yeşil kart ve döner sermaye hariç "12.546.539.200 TL" olduğu belirtiliyor.
Sağlık Bakanlığı'nın koruyucu ve temel sağlık hizmetlerine bütçesinin yarısından fazlasını ayırmadığını herkes biliyor. Söz konusu sunundaki ifadeyi doğru kabul ettiğimizde bunun 2011 nüfusumuz için karşılığının kişi başına 85,76 TL olacağını hesaplayabiliriz.
Bunun içinde yalnızca bulaşıcı hastalıklar değil, sağlığı koruyucu ve geliştirici tüm hizmetler, izlemeler, kontroller yer alıyor. Aynı sunumda bu başlık altında sıralanan hizmetlere baktığımızda şunları görüyoruz: Anne ve Çocuk Sağlığı hizmetleri, "Misafir Anne" Projesi, Ücretsiz D Vitamini ve Demir sağlanması, Üreme Sağlığı Hizmetleri, Aşılama Hizmetleri, Afet ve Acil Durumlarda Sağlık Hizmetleri -bu bağlamda bu paradan 2011 yılında acil hizmetler için uçak filosuna katılacak "üç yeni uçağın giderleri"-, Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri Aile Hekimliği Uygulaması (muayeneler dahil), Kanser Erken Teşhis ve Tarama Merkezleri (KETEM) çalışmaları (bu konudaki taramam hizmeti yalnızca ödeme gücü olmayan vatandaşlara ücretsiz
veriliyor), Sağlığın Teşviki ve Geliştirilmesi Programı (bunun içinde fiziksel aktivitenin arttırılması, obeziteyle mücadele, tütün-alkol kullanımının önlenmesi vb. konular yer alıyor), Diyabet Önleme ve
Kontrol Programı, Türkiye Kalp ve Damar Hastalıklarını Önleme ve Kontrol Programı, Solunum Yolu Hastalıklarına Karşı Küresel İttifak bağlamında Türkiye'nin yapması gerekenler, Ruh Sağlığı Kontrol Programı.
Bunların hepsi yapılacak ve kişi başına da dediğimiz gibi 85,76 TL harcanarak tüm bunlar gerçekleşecek.
Bu tartının bu ağırlığı kaldıramayacağı ortada, ama buna da gözümüzü kapasak bile olay ayan beyan ortada.
Ne yapılmalı?
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı A.D Öğretim Üyesi Prof.Dr.Recep Akdur yazılı olarak şunları söylüyor:
- Durum çok vahim, ciddiye alınması gerekir. Gizleyerek ya da basit önlemlerle geçiştirilemez. Difteri gribe benzemez. Tarihe gömülmüş bu hastalığın salgın yapması için ortam çok uygun,
- Sevgi Yılmaz'ın bu hastalık nedeniyle kaybedilmesinin çeşitli nedenleri olabilir. Her şeyden önce çocukluk çağında difteri aşısı olup olmadığı belli değil. Çocukluğunda hiç aşı olmamış olabilir. Çocukluğunda aşı olmuş ise zamanla antikor seviyesi düşmüştür.
- Aslında bu aşının 10 yılda bir yinelenmesi gerekir. Türkiye'de erişkin aşılaması yapılmıyor. Mikrop gelir ise bağışıklık seviyesi düşmüş olan herkes risk altında,
- Özellikle bağışık olmayan, gebe olan ve kemoterapi alan ya da hayati organ hastalığı olan temaslılar için müdahalede geç kalınır ise hayati tehlike vardır. Ayrıca bunlar içinde aşıya yanıt vermeyen kişilerde olabilir.
- Yaşanan bu acı olayın boyutları henüz belli değil. Türkiye'de, erişkin aşılaması yapılmıyor. Bu nedenle bu hasta ile temaslılarda difteri salgını tehlikesi var. Hastalığının yeniden hortlaması tehlikesi ile karşı karşıya kalınabilir.
- Sağlık Bakanlığı aşılama konusunda daha dikkatli ve özenli bir çalışma içine girmelidir. Özellikle sağlık personeline 10 yılda bir rapel aşısı yapılması gerekir.
Ankara Tabip Odası da söz konusu ölümle ilgili olarak 31 Ocak 2011'de bir basın açıklaması yaparak "Difteri, aşıyla önlenebilen oldukça eski bir hastalıktır. Bir hastanın difteri sebebiyle hayatını kaybetmesi difteri aşısının hastaya uygulanmadığını ya da antikorlarının yetersiz olduğunu açıkça göstermektedir. Ne yazık ki Sağlıkta Dönüşüm Programı ile birlikte tamamen tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelinmesinin ardından, ülkemizde koruyucu sağlık hizmetlerinin eksikliği gün geçtikçe kendini acı bir şekilde göstermektedir. Performans uygulaması ile hekimleri günde 100-120 hasta bakmaya mahkum eden sağlık politikaları, difteri ve benzeri çok temel hastalıkların zamanında teşhis edilmemesine sebep olabilir." diyor.
Her iki açıklama da önemli ve doğru noktalara değiniliyor: İlki "bir halk sağlığı sorunu" karşısındaki bilimsel doğruları ortaya koyarken, ikincisi aynı bilimsel doğrulardan yola çıkarak "politik önermelerde" bulunuyor.
Bir salgın olasılığında ne yapılacağını öğrenmek ve gereğini yapmak salgınların zararlarının büyümesini önleyebilir, daha kolay atlatılmasını sağlayabilir. Ama yine de bunlar o olasılığın her zaman var olduğu gerçeğini değiştirmez.
Ancak ikinci önerme yani "politik" olanı yapmak bunların hiç ortaya çıkmamasını sağlayacak bir sonuç verecektir. Başka bir deyişle "Sağlıkta Dönüşüm Programı"ndan dönülmesi, tanı ve tedavi hizmetlerini önceleyen model yerine sağlığı, yani "fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik iyilik hâli"ni önceleyen hizmet modellerini yeğlemek gerekir.
Bu bağlamda 50. yıl dönümünü yaşayamadan ortadan kaldırılan "224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesine Dair Yasa"nın gerekli güncelleştirilmeler yapılarak, çok da gecikmeden yeniden uygulamaya konulmasında yarar vardır.
Yaşamını yitiren "Sevgi Yılmaz"ların yaşaması ancak hiçbir şeyden "yılmayan insan sevgisi"nin başta sağlık olmak üzere her alanda egemen olmasıyla olasıdır.
En başta da "yaşama sırası yeni gelenler" için...(MS/EÖ)