Çocukluk yaraları, bellekte biriken anılar, geçmişten getirdiklerimiz, getiremediklerimiz, aile içi şiddet, acılar, ölüm, kayıplar, yoksunluklar, deliliğin ve yoksulluğun sınırında yaşayan insanlar...
Hanife Altun’un tüm bu temalarla hesaplaşmaya çalıştığı öykü kitabı "Masalından Göçen Kuş" sizi alıp geçmişinize götürüyor ve orada karşılaştığınız anıları derdest edip önünüze seriyor... Sıcak ekmek kokusunu duyduğunuz bir anda yaşlı bir dedenin bastonu sırtınıza iniyor ya da "acı-tatlı" diye betimlediği tarçınlı akide bir hayat metaforu olarak karşınıza çıkabiliyor.
"Dünya saplı bir bıçak göğsümde, ben hep çocukluğumdan kanarım" dizeleriyle başladığı öykü kitabında hem geçmişiyle hem de yaşadığı toplumla hesaplaşmaya çalışan bir kalemle karşı karşıya kalıyorsunuz. Öykülerin arasına serpiştirdiği sorular ise sizi hayat üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. "Yaralar nasıl geçer?" ya da "Geçmiş geçse de hiç eskimez mi?"
"Masalından Göçen Kuş"ta yaralar geçmiyor, geçmiş eskimiyor. Çocukluk anıları yazarın zihninde taptaze ve tüm canlılığıyla ışıldıyor. Omuzundaki bu yükü yere indirmek istediği zamanlarda "düş yakamdan çocukluğum" diyor "dünü unut, sök at içimden, kibrit çak anılara..."
Olmuyor, çocukluğumuzdan getirdiğimiz acıların, travmaların "taş taş üzerine" koyulmuş gibi bizi oluşturduğunu ve yaşadığımız beher meselenin varoluşumuza hizmet ettiğinin bir kanıtı bu öykü kitabı. Öyle ki kitabın başında anlattığı tüm çocuklar ileriki hikâyelerde acılı erişkin bireylere dönüşüyor. Dikkatli okurların hemen fark edeceği bu küçük oyunda Hanife Altun bize karakterlerinin önce çocukluk travmalarını anlatıyor, ardından da topluma sığışmaya çalışan bireylere evrilme süreçlerini gösteriyor. Ektiğini biçen bir toplum seriyor önümüze.
Hafızasının kıyısına vuran anıları bir bir toplamış ve zihnindeki izleklerle birleştirmiş bir öykücü var karşımızda.
Hanife Altun’un öykülerinin bir diğer kuvvetli yanı da toplumsal olaylara değinişi. Sığındığı ve tutunmaya çalıştığı ana rahminden vazgeçip yola koyulan küçük ceninin ağzından yazılmış öyküyü okurken hem çok eğlenip hem de çok ağlayabilirsiniz. Devlete ait sosyal kurumlardan birinde yetişmiş Melek’in hikâyesinin anlatıldığı Nüvel Baba’nın sonunda sakladığınız gözyaşlarınızı dökebilirsiniz.
Ensestin ve tecavüzün de lirik bir dile çevrilip cesurca anlatıldığı öyküleri okurken de yüreğinize gelip oturan taşı söküp atamayacaksınız. Çocuğunu düşürmeye çalışan kadının hikâyesinde onun saçlarını okşayıp, yaralarını iyileştirmek isteyeceksiniz. Kitaba ismini veren "Masalından Göçen Kuş" öyküsünde ise kırlangıç metaforu üzerinden düşmüş bir kadının dostuyla yaptığı son konuşmasına şahit olacaksınız (belki de bir monolog bu)
"Kırlangıçların diyorum, kuyruğu neden çatal ki?"
"Kuyruklarını dümen olarak kullanıyorlar da ondan" dedikten sonra
"Bizim bir yönümüz yok ki, dümen ne işe yarayacak? Kırlangıç kuşları kadar bile sebebimiz yok kalmak için" diyen kadının göz yaşlarına dokunmak isteyeceksiniz.
Varlık dergisinde yayımlanan öyküsü "Beni Almaya Gelecekler" de dişi bir Poe’nun feminist gotik öyküsünü okuyacaksınız. Yüküyle göçüp giden gebe kadınların, elleri ve yürekleri cam kesiği insanların hayatlarına dokunacaksınız. Öykülerde yer yer Sezen Aksu’dan dizeler çıkacak karşınıza. Baba figürünün ne kadar az olduğunu ve anne figürünün ne kadar kuvvetli olduğunu hissedecek ve zihninizde tüm imgeleri birleştirdiğiniz burnunuza "kadın kokusu" çalınacak. Akıl hastanesindeki adamı, deliliğin sınırındaki insanları, salçalı ekmek yiyen o çocuğu, Nurcan’ın upuzun saçlarını aklınızdan çıkaramayacaksınız.
Belirtmeden bitirmemekte fayda var; kitabın en başındaki "öyküleştirilmiş" özgeçmiş yazısı da yazarın iç dünyasını anlamanız için bir ayna tutacak size.
Kısacası, siz bu kitabı okurken "Hayat tadını bu şekerden çalmış" dediği tarçınlı akideyi yanağınızın bir kenarına yaslayacak ve bu kitabı bitirdikten sonra siz artık eski siz olamayacaksınız. Yüreğinizden kırlangıçlar uçuracak ve masallarını terk etmiş kuşları selamlayacaksınız. (FD/NV)
Masalından Göçen Kuş, Hanife Altun, Nota Bene Yayınları, 2016, 120 sayfa.