Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Abdülhamit despotizmine karşı muhalefet başladığından bu yana –aşağı yukarı 150 yıl boyunca- istibdat sözcüğü baskıcılık, zorbalık, despotluk, mutlakiyetçilik anlamında kullanılıyor.
Yanlış bir kullanım değil fakat istibdat kelimesinin kökeni, Arapçada başına buyrukluk, kural tanımazlık, keyfilik anlamını taşıyor. Yani bir yönetim biçimi istibdat olarak tanımlandığında, yönetilen insanların hayatın hiçbir alanında güvenilir garantilere sahip olmadığı da açıklanmış oluyor.
Kurumsal etik
Bir ülkeyi yöneten kişinin başına buyrukluğunun, kural tanımazlığının, keyfiliğinin eninde sonunda baskıcı bir yönetime yol açması beklenir. Ancak sorun sadece ülkede demokrasinin, özgürlüklerin, kazanılmış hakların yok edilmesinden ibaret değildir.
Bir ülkedeki kurumlar kendilerine dışarıdan mevzuat yoluyla yüklenen kuralların yanı sıra, olağan işleyişleri içinde adım adım oluşturdukları iç kuralları uygulayarak işlerini yürütürler.
Bunlar zamanla bütün çalışanların kendini uymak zorunda hissettiği kurumsal etik haline dönüşür. Keyfi bir şekilde yönetilen bir ülkede bütün kurumlar, uzun bir zaman içinde oluşturdukları kuralları kaybederler.
Kurumsal etik kaybı, söz konusu kurumun da başına buyruk, kural tanımaz, keyfi bir biçimde faaliyet göstermesine yol açar. Keyfilik tüm kurumlarda norm haline gelir.
Bu durum, ülkeyi yönetenlerin keyfiliğini hem kolaylaştırır hem de olağanlaştırır. Zamanla bütün kurallar ayak bağı olarak görülür. İlk başta gereksiz görülen yüklerden kurtulmak ve rahat iş görmek için savunulan kuralsızlık, zamanla kurumların asli işlevini yerine getirme kabiliyetini ortadan kaldıran bir yüke dönüşür.
Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde bir kurallar ülkesi olmadı. Fakat yine de –uygar dünyaya uyum sağlama çabaları henüz sürerken- asgari düzeyde saygı gösterilmesine çalışılan kurallara sahipti.
Kuralsızlığın yüceltilmesi
Bütün dünyada neo-liberal politikalar egemenlik kazandığında “deregülasyon” kavramı Türkiye’de de mucizevi bir ilke gibi sunulmuştu. Ekonomideki bütün kuralların çöpe atılması, çözümün piyasaya bırakılması savunuluyordu. Piyasanın da çözüm bulması için önünün kurallarla kesilmemesi gerekiyordu. Kurallar piyasanın dengelerini bozuyor, firmaların hevesini kırıyordu.
Hatta kimi zaman konu ekonominin de ötesine taşındı. Kuralların esnetilmesini ve/veya azaltılmasını demokratikleşmenin gereği gibi gösterenler oldu. Anayasanın bile çok genel maddeler içeren birkaç sayfalık bir metin olması savunuldu.
Piyasaların kuralsızlaştırılması özelleştirme furyası ile aynı dönemde hayata geçirilmişti. O sıralarda devletin üretimden çekilmesi, devletin asli görevinin planlama ve denetimden ibaret olması gerekliliği, slogan gibi sürekli tekrarlanıyordu. Oysa devlet üretimden çekilmekle yetinmedi, planlama ve denetim süreçlerinden de çekildi.
Planlamadan o kadar çekildi ki artık bir planlama kurumu bile kalmadı. Ülkenin makro planları bir yana, belirli amaçlara yönelik kısmi planlar bile ya hazırlanmadı ya da hazırlansa bile dikkate alınmadı. Plan yöneticilerin rahat hareket etmesine imkân bırakmayan bir ayak bağı olarak algılanıyordu.
Bunu son olarak Maraş merkezli depremler dizisinde gördük. Gerek deprem öncesinde deprem hasarlarını azaltmaya yönelik, gerekse deprem sonrasında yapılacak işlere yönelik planlar hazır olmasına rağmen uygulanamadı. Muhtemelen bu planları okuyan da olmamıştı.
Sadece planlama değil, o dönemde denetimden de vazgeçildi. Denetimin, iş dünyasının önüne engeller çıkaran, giderek ülkenin kalkınmasını yavaşlatan gereksiz bir formalite gibi algılanması sağlandı. Maliye Bakanlığı’ndan başlamak üzere denetim kurumları kapatıldı. Sayıştay raporlarının duyurulmasına bile engel olundu.
Kurumların kendi kendini denetlemesini esas alan iç denetim birimleri oluşturuldu. Türkiye gibi bir ülkede bunun gerçek anlamda denetim olamayacağının herkes farkındaydı, nitekim olamadı. Yetmedi, iş güvenliği denetimi de özel firmalara devredildi. Denetçinin ücretini denetlenen şirketin ödediği bir tuhaf modeldi. Sonuçlarını ülkenin her tarafında patlayan iş kazalarıyla yaşadık.
Bunlara paralel olarak, inşaat sektöründe de yapı denetim firmaları kuruldu. İnşa edilen binaların tüm denetimi bu firmalara verildi. Yapı denetim firmalarının, denetledikleri yapının sahibinden veya müteahhidinden ücret aldığı halde, gerçekten denetim yapacakları varsayıldı.
Keyfiliğin kaçınılmaz sonucu
Bu düzenlemelerin hiç biri işe yaramadığı gibi her biri ciddi sorunlara yol açtı.
Planlama ortadan kaldırılınca, Türkiye 2. Dünya Savaşından bu yana ilk kez gıda malları üretimi sorunu yaşadı, önceliği olmayan yatırımlar yüzünden karşılanamayacak mali yükümlülüklere girdi, önüne gelen yere içi boş üniversiteler açtı, Kanal İstanbul gibi saçma sapan projeleri gündemine aldı.
Denetim ortadan kaldırılınca, günler öncesinden uyarılmasına rağmen tedbir alınmayan maden kazaları yaşandı, doktorların bile sigortasız çalıştırıldığı firmalar kuruldu, memleket bir okyanus adası gibi kara para cennetine dönüştürüldü, ülkenin bütün şehirleri depreme dayanıksız binalarla dolduruldu.
Kuralsızlık sadece özel şirketlerin değil kamu kurumlarının da doğru dürüst çalıştırılmasının önünde bir engel haline geldi. Artık kamu kurumları tanımlanmış hedeflere sahip kurumlar değil.
İşini yaparken titizlikle uygulaması gereken kurallar yok. Dolayısıyla işini iyi bilen kadrolara da ihtiyacı yok. Ülkeyi yöneten kişinin kuruma ne tür bir talimat vereceği ve yapılan işi nasıl değerlendireceği pek belli değil.
Depremde ve sonrasında bütün bunların sonucunu bir arada yaşadık. Ortalama gelişmişlik düzeyine sahip bir ülkede görülmeyecek ölçüde bir yıkım oldu. Kar etmekten başka hiçbir kaygı taşımayan şirketlerin cinayet örgütlerine dönüştüğü görüldü.
Kamu kurumları böyle bir dehşet ortamında dahi ne yapacağını bilemez, talimat bekleyen, inisiyatifsiz, kararsız, gevşek bir görünüm sergiledi.
Baskıcı yönetimler demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını ayaklar altına alır. Halkın geniş kesimlerinin buna pek aldırmadığı hatta yer yer desteklediği biliniyor.
Fakat bu yönetim tarzının eninde sonunda toplumun tamamının başına bela açtığı bir an gelebilir. Son yaşadığımız deprem bize bunu gösteriyor.
(BD/EMK)