Kurtuluş savaşı dönemi belki de yakın dönem Türkiye tarihinin en tartışmalı konuları arasında bulunuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve Türkiye’nin bir ulus devlet olarak inşasının başlaması bu dönemin tartışmalı olmasının nedenlerinden biri.
Her ne kadar Tanzimat’la birlikte bir değişim süreci başlamış olsa da hiyerarşinin daha çok din üzerinden kurulduğu bir yönetimden, ulusun inşa edildiği her şeyin ulus devlet ve onun sınırları içerisinde değerlendirildiği bir döneme geçişin de Kurtuluş Savaşı sonrasındaki dönemde oluşmaya başladığını biliyoruz.
Ancak süreç bir ulus devletle ve ulus inşasıyla sonuçlandığı için birçok araştırmacı ve tarihçi baştan itibaren Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasında başta Mustafa Kemal ve işgale karşı direniş başlatmak için Anadolu’ya geçen birçok ismin yegâne amacının bir ulus devlet inşa etmek olduğunu söylüyorlar.
Aslında kendi içinde tutarlı gözüken bir anlatı. Ancak o dönem Anadolu’da yaşayan Halife ve Sultana bağlı olan halk, Kürtler ve bu yazının da konusu olan Çerkesler gibi grupların faaliyetlerini, mecliste yaşanan tartışmaları dikkatli bir şekilde inceleyince benimsenen anlatının çok da tutarlı olmadığı ortaya çıkıyor.
Çerkesler 1860’lı yıllardan itibaren Rus birlikleri tarafından Kuzey Kafkasya’da sistematik katliamlara ve devamında sürgüne maruz kaldılar. 1860’lardan 1880’lere kadar bir milyondan fazla Çerkes Kuzey Kafkasya’dan ya göçe ve sürgüne zorlandı, yerinden edildi ya da kitleler halinde baskınlarda, çatışmalarda öldürüldü. Sonuçları itibariyle bir soykırıma eşdeğer, planlı bir şiddete maruz kaldılar, yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan koparıldılar.
1860’lı yıllardan itibaren hayatta kalan Çerkesler Karadeniz üzerinden deniz yoluyla ya da Gürcistan, Tiflis üzerinden Kars-Ardahan bölgesinden Anadolu’ya girerek Osmanlı yönetiminin belli bir plan dahilinde olmayan, daha çok süreç içerisinde şekillene iskân politikası neticesinde Anadolu’da, Irak, Suriye, Filistin bölgesindeki farklı yerlere ve az da olsa Balkanlara yerleştirildiler.
İmparatorluğun 19. yüzyıl boyunca içinde geçtiği bütün olaylardan imparatorluktaki diğer halklar gibi doğrudan etkilendiler. İskanlarını takip eden yıllarda askeriyede ve jandarmada aktif bir şekilde istihdam edildiler. Çerkeslerin içlerinden önde gelen bir sınıf bu süreç içerisinde Osmanlı yönetimi ve ailesi ile ilişkilerini geliştirdi.
Bu ilişkilerin karşılığı olarak imparatorluk içindeki en tartışmalı konulardan biri olan Türkler dışındaki Müslüman tebaanın sahip olmadığı ana dilde eğitim yapma hakkını 1910 yılında İstanbul/Beşiktaş’ta açtıkları okul ile elde ettiler. II. Meşrutiyet’in ya da diğer bir deyişle 1908 devriminin yarattığı göreli özgürlük dönemi çok uzun sürmedi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun hali hazırda birikmiş problemlerine yenileri eklendi, Balkan Harbi ve 1913’te İttihatçıların bir darbe gerçekleştirerek yönetime el koymalarını Osmanlı’nın 1914’e Birinci Dünya Savaşı’na girişi izledi. Ve 4 yıllık savaş büyük bir insani ve ekonomik yıkımı da beraberinde getirdi.
Birinci Dünya Savaşı sonrası süreçte Çerkesler hem kolay mobilize olmaları hem de Osmanlı topraklarına gelene kadar Rus birlikleriyle giriştikleri mücadele neticesinde silahlanma ve organize olma kabiliyetleri daha gelişmiş bir grup olarak Anadolu’da ön plana çıktılar. Her ne kadar Türkler, Kürtler, Arnavutlar ve Anadolu’daki diğer gruplar da savaş sonrası genel güvensizlik ve kaos ortamında silahlanmış olsalar da Çerkesler hem nüfus olarak üçüncü büyük grup olmaları, hem de Kürtlere ve Arnavutlara göre Anadolu içinde daha dağınık bir şekilde yerleştirilmiş olmaları onları öne çıkarıyor, Yunanlılar’ın İzmir’i işgali ile başlayan süreçte yeni başlayacak savaşın da yerleşim yerleri itibariyle doğrudan etki alanı içinde kalmaları onların durumunu değiştiriyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar birçok Çerkes orduda ve Teşkilat-ı Mahsusa’da etkin bir şekilde görev aldı. Ancak savaş sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun içerisinde bulunduğu durum onların da İstanbul ve Ankara arasındaki iki farklı güç dengesi arasında kalmalarına hatta bu iki gücün vurucu kuvveti olmalarına neden oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından savaşın ve bu savaş öncesinde ve sırasında yaşanan bütün felaketlerin sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri Anadolu’yu terk ettiler. 1919 yılı boyunca Hürriyet ve İtilaf Partisi’nden Damad Ferid Paşa’nın temsil ettiği İstanbul hükümetleri ile Anadolu’daki daha sonra merkezi Ankara olacak olan hareket arasında bir mücadele başladı.
Mücadele kabaca işgale karşı direnmemek, “İngilizleri kızdırmadan” bir barış anlaşması imzalamak ile işgale karşı silahlı bir direniş gerçekleştirmek şeklinde somutlaşan, İstanbul’daki devlet adamlarının bir kısmı ile Anadolu’da işgali organize etmeye çalışanlar arasında idi.
Burada önemli olan nokta İstanbul yönetiminin ülkenin içerisinde bulunduğu yıkımdan dolayı işgale karşı direniş de olsa devletin ve halkın yeni bir savaşı kaldıramayacak durumda olmasına inanmalarıydı. Bu dönemde İstanbul Hükümeti’nde Dahiliye Nazırlığı yapan Ali Kemal Bey’in de söylediği gibi “İstanbul işgal altında olduğu için İstanbul Hükümeti Anadolu’daki gruplara direnmemelerini söylemek zorunda”, Anadolu’dakiler ise yine Ali Kemal’in söylediği gibi “İstanbul Hükümeti ve işgalciler de dahil herkese direnmekte, karşı koymakta serbestiler”.
Bu iki yapı arasındaki mücadele 1919 yılı boyunca daha çok bir hukuki mücadele gibiydi. Ancak 1920 yılı ile birlikte bu mücadele bir çatışmaya hatta çetelerin ve düzensiz birliklerin iki grup tarafından da etkin bir şekilde kullanıldığı bir iç savaşa dönüştü. Halk ise bu iki grubun arasındaki çatışmada olayın detayına her ne kadar da hâkim olmasa da, geleneksel olarak bağlı olduğu İstanbul’a ve onun olaylar karşısındaki tutumuna göre bir pozisyon almaktaydı.
Çerkesler de burada iki şekilde hem kendiliklerinden hem de bu iki güç merkezi tarafından bu çatışmanın tarafı haline getirilmeye çalışıldılar. Anadolu’daki hareket, onun başlangıçtaki silahlı birlikleri Kuvayı Milliye ve hareketin devamında ortaya çıkan Büyük Millet
Meclisi/Ankara Hükümeti İstanbul Hükümetleri tarafından “son on yıldır yaşanan bütün felaketlerin sorumlusu olan İttihatçıların devamı” olarak gösterilmeye çalışıldı.
Bu düşünceyi eyleme de geçirmek amacıyla kendisi de Çerkes olan Ahmed Anzavur’un Bursa, Çanakkale ve Balıkesir bölgesine gönderildi. Çerkeslerin yoğun olduğu bu bölgeye özellikle gönderilen daha sonra hatta vali unvanı da kendisine verilen Anzavur, saltanat ve hilafet makamı adına bölgeye geldiğini beyan ederken halkı kullandığı İslami dil üzerinden İttihatçı “gavurların” takipçisi olan Ankara ve Kuvayı Milliye’ye karşı ayaklanmaya çağırıyordu.
Bölgeyle daha önceden de ilişkisi olan Anzavur’un bu söylemleri hem Çerkesler hem de dini hassasiyeti ön planda olan bölge halkı üzerinde etkili olmuş, yıllardır bitmeyen savaşlardan, ekonomik zorluklardan ve ölümlerden bıkmış olan insanları etkilemişti. Kuvayı Milliye her ne kadar Yunan işgalini engellemek için mücadele ediyor olsa da halk için 1912’deki Balkan Harbi’nden bu yana devam eden savaşların devamı, vergilerin artması, elde kalan hayvanların cepheye taşınması demekti.
Birinci Dünya savaşının yarattığı yıkımın içerisinde artık halkın büyük bir kesimi her ne kadar toprakları işgal ediliyor da olsa yeni bir savaşa çok da gönüllü değildi. Halkın içinde olduğu bu zor durumun farkında olan İstanbul Hükümeti ve Anzavur Ahmed ise daha çok olayın dini ve ekonomik yönünü vurgulayarak halkı kendi tarafına katılmaya ikna etmeye çalışıyordu.
Tam bu günlerde 1920 yılının Nisan ayında daha elinde bir karşı hareketi bastıracak güç olmayan Ankara başka bir Çerkes’in Çerkes Ethem’in yardımını istedi. Bölgedeki Çerkes yoğunluğunun farkında olan Ankara Çerkesleri Anzavur’dan uzaklaştırmak Anzavur’un bölgedeki etkisini kırmak için Ethem’i kullandı. Anzavur’un buradaki etkisinin dağıtılmasının ardından Ethem, bu sefer Çerkeslerin daha yoğun olduğu ve Ankara’ya karşı İstanbul’u destekleyen başka bir bölgedeki Çerkeslerin etkisini kırmak için görevlendirildi.
Adapazarı-Düzce bölgesi Çerkesleri geleneksel olarak bağlı oldukları hilafet/saltanat makamının yanında olacaklarını ilan etmişler ve Ankara’nın bölgede etkili olmasını engellemişlerdi. Hem İstanbul’dan Anadolu’ya geçişlerde hem de kendi etki alanına bu kadar yakın bir bölgede olması nedeniyle Ankara bu bölgedeki Çerkeslerin faaliyetlerine tepkisiz kalmadı.
Ancak bu dönemde böyle bir karşı hareketi engelleyebilecek askeri bir birliği olmadığı ve daha çok kan akıtmadan kontrollü bir şekilde buradaki hareketlenmeyi bitirmek istediği için yine Çerkes Ethem’i bu bölgeye sevk etti. Ethem her ne kadar Ankara’nın talebi olmasa da bölgede Ankara’ya karşı “ayaklandıkları” gerekçesiyle içlerinde önde gelen Çerkeslerin de olduğu yaklaşık 50 kişiyi idam ettirdi.
Ethem’in Ankara hükümetinin daha kurulma aşamasında kendisinin varlığını tehdit eden bu iki karşı hareketi dağıtması başlangıçta Ethem’i Ankara için önemli bir pozisyona getirmiş olsa da Mustafa Kemal’in hem meclis başkanı hem de Anadolu’daki hareketin en önde gelen ismi olması ve tüm kontrolü kendi elinde tutmak istemesi, Ethem’le bir otorite krizi yaşamalarına neden olmuştu. Ankara için Mayıs 1920 yılında adeta bir kahraman olan Ethem ajan, işbirlikçi, isyancı pozisyonuna getirilerek Aralık 1920’de tasfiye edilmişti.
Çerkeslerin geneli her ne kadar o dönem için Ethem’i desteklemiyor olsa, hatta onun kimi faaliyetlerinden dolayı hayatlarını kaybediyor olsalar da bu konunun bugün resmi tarih sınırları içerisinde tek taraflı bir şekilde ele alınıyor olması Çerkesleri ister istemez Ethem’e sahip çıkmak zorunda bırakıyor.
Bu dönem için Anadolu’da diğer birçok grupta olduğu gibi Çerkeslerin de hepsinin birlikte hareket ettiğini, olaylara aynı tepkiyi verdiklerini söylemek zordur. Halkın büyük bir kesimi İstanbul’u ve onun aldığı kararları dikkate alırken, askeriyede ve bürokraside görev alan Çerkeslerin Ankara ve İstanbul arasında ikiye bölündükleri söylenebilir.
Rauf Orbay, Bekir Sami Kunduh, Emir Marşan, Bekir Sami Günsav, Yusuf İzzet Paşa, Cemil Cahit gibi birçok siyasi figür ve yüksek rütbeli asker baştan itibaren Anadolu’daki işgal karşıtı hareket içerisinde hareket ediyor, buna karşılık saray çevresi ve İstanbul yönetimi içerisinde de birçok Çerkes geleneksel anlamda Osmanlı yönetimine olan bağlılıklarını devam ettiriyorlardı.
1922 yılı itibariyle Mustafa Kemal’in başını çektiği hareket İstanbul yönetiminin de beklemediği gibi Yunan birliklerini mağlup etti ve Türkiye’yi parçalayıp kalan kısmını da bir koloni haline getirecek olan Sevr anlaşmasının uygulanma ihtimalini ortadan kaldırdı. Ancak
Ankara hükümeti her ne kadar Yunan birliklerini mağlup etmiş olsa da Anadolu’nun tamamına ve hatta İstanbul’a hâkim olabilmiş değildi.
Birinci Dünya savaşının sonrasında ortaya çıkan kaos halen birçok bölgede devam etmekteydi. Çerkeslerin yoğun olarak yerleştiği Balıkesir Bölgesi de karışıklığın sona ermediği yerlerdendi. İçlerinde Türklerin ve diğer Müslüman grupların da bulunduğu ancak çoğunluğu Çerkeslerden oluşan çetelerin varlığı ve onların Ankara karşıtı, hatta onun liderlerine suikast yapma ihtimallerinin de olması Lozan müzakerelerinin devam ettiği dönemde Ankara’yı endişelendirmekteydi.
Bölge Çerkesleri ise Anzavur’un daha önce birkaç gün içeresinde bölgede etkili olmasından da anlaşıldığı gibi Osmanlı yönetimine olan geleneksel bağlılıkları devam etmekte, Ankara ile daha mesafeli durmakta ancak Çerkeslerin oluşturduğu çeteleri desteklememekteydiler.
Ancak panik halinde hareket eden ve buradaki Çerkes çetelerinin varlığını bahane eden Ankara Aralık 1922, Mayıs ve Haziran 1923’te farklı günlerde Gönen ve Manyas bölgesinden 14 Çerkes köyünü suçlu-suçsuz, kadın, çocuk ayırmaksızın yerlerinden kaldırarak Konya’da Sivas ve Bitlis’e kadar Anadolu içinde farklı yerlere sürdü.
Büyük bir mağduriyet oluşturan bu sürgün erken cumhuriyet döneminin tüm halkı tek bir potada eritme politikalarıyla beraber bölge Çerkesleri’nin asimilasyonuna büyük bir etkisi oldu.1923 sonrasında ise Çerkesler dindarlar, Kürtler ve Alevilere kıyasla daha az şiddetli bir ulus devlet politikasının muhatabı olmuş olsalar da Çerkesçe’nin yasaklanması, yer isimlerinin/köy isimlerinin değiştirilmesi, soyadı kanunu gibi politikalarla kısıtlandılar, Osmanlı’nın çok dilli, dinli, etnisiteli yapısını hatırlatıyor olmaları, erken cumhuriyet dönemi elitleri nezdinde onları bir sorun kaynağına dönüştürdü. Kimliklerini rahatça sürdürme noktasında birçok problem yaşayan Çerkesler, kaçınılmaz olarak asimile edilmesi gereken bir grup olarak görüldüler.
Her ne kadar çok partili hayata geçilmesiyle beraber farklı gruplar üstündeki baskının dozajı azaltılmış olsa da şehirleşme ile birlikte kültürün kendini var ettiği alanlar olan köylerin boşalmasıyla birlikte asimilasyon süreci daha da hızlandı.