Henüz on yaşındayken tanışmıştı kara sevdayla Şeyhmus. Suriçi’ndeki İskenderpaşa Mahallesi’nin sokaklarında birlikte oyunlar oynadığı, başka çocuklardan koruyup kolladığı, kendisiyle yaşıt, yıllardır komşuluk ettikleri Azize Ablanın kızı Aynur’a aşık olmuştu.
Onun gözlerine baktığında aklı başından gidiyor, karnından kalbine doğru bir ağrı hissediyor, kalp atışlarının ritmi hızlanıyor, elini, ayağını nereye koyacağını bilemiyordu. Galiba aşk dedikleri şey bu olsa gerekti. Ancak tanımlayamadığı bir suçluluk duygusu da barındıran garip bir haldi bu. Filmlerde gördüğü mutluluğu yaşamıyor, aksine acı çekiyordu. Bunu asla Aynur’a söylemeye cesaret edemezdi ve bir ömür de geçse bu cesareti bulamayacağından emindi. Sadece çok yakın bulduğu bir arkadaşı dışında kimse bilmiyordu. Yaşı ilerledikçe bu içindeki sır da büyüyor ve Aynur artık Diyarbakırlı ‘qırık’ların deyimiyle Şeyhmus’un çaktırmadan sevdiği ‘davası’ydı. Onun dışında kimse Aynur’a yan gözle bile bakamazdı. Hatta birkaç kez bakışlarını yakaladığı iki gençle kavga bile etmiş, bir keresinde kaşı yarılmış, bir defasında ise hazırlıksız yakalandığı gencin dört arkadaşıyla birden üzerine çullanmasıyla kafası kırılmıştı. Olsundu, Aynur için bugüne kadar çektiği manevi acının yanında bu fiziksel ağrılar ona vız gelirdi.
Üniversite sınavına girdikleri yıl Şeyhmus İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanmış, Aynur ise Dicle Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi tercihini tutturmuştu. Artık ayrılık vakti gelip çatmıştı. Şeyhmuş tek başına yaşadığı sevdasını ve acısını yüklenerek kentten ayrılırken, Şeyhmus’un içinde kopan fırtınalardan habersiz Aynur, Diyarbakır’da kalmıştı.
Başka bir şehir, politik olan başka arkadaşlar ve başka kitaplarla tanışan Şeyhmus, artık başka bir davaya sevdalanmıştı. Şeyhmus, ufku genişledikçe, yıllarca hayatının merkezine koyduğu ve ondan başka bir şey düşünmeyip tüm enerjisini Aynur’a olan tutkusuyla harcadığı için kendine kızmaya başlamıştı. Halkının yaşadığı acının yanında kendi acısını ne kadar büyüttüğünü fark ettikçe bunun gereksiz bir durum olduğunu düşünüyordu. Artık başka biri olmuştu Şeyhmus. Kafasına koymuştu, Diyarbakır’a gittiği gibi Aynur’u karşısına alacak ve bu üstesinden geldiği duyguyu tamamen öldürmek amacıyla içinde kalan ukdeyi onunla paylaşarak, bu duyguyla yüzleşecekti. Dediği gibi yaptı. Aynur ile karşılaşınca eskisi gibi heyecanlanmadığını fark edince sevinmişti, tamamdı, söyleyebilirdi artık: “Aynur, artık ikimiz de yetişkin insanlarız ve farklı mecralardayız. Benim sana itiraf etmek istediğim bir şey var. Ben tam 11 yıl sana sevdalı yaşadım. Çok acı çektim. Ama artık bunun çocukça bir şey olduğunun farkındayım. Bir beklentim yok, sadece bil istedim”.
Çok da şaşırmayarak, konuya kayıtsız bir biçimde, muzipçe gülen Aynur, Şeyhmus’un gözlerinin içine baktı. Şeyhmus merakla ve biraz da umutla Aynur’un yanıtını beklerken, Aynur’un dilinden dökülen iki kelimelik tek cümle “Wiiii Eşşeeeeeeek!!!” oldu. Yıllarca yüklediği anlamlarla yaşadığı aşkın öznesinden duyduğu cümle üzerine dona kalan Şeyhmus, eşekten düşmüşe dönmüştü.
Sahi, karşılıksız da olsa hazır aşktan söz etmişken, Şubat ayının başından beri Türkiye’nin batı yakasının en önemli gündem maddesi yaklaşan 14 Şubat Sevgililer Günü. Gözümüze sokulan kırmızı kalpler ve afili yazılarla süslü vitrinleriyle mağazalar sevgiliye onu ne kadar çok sevdiğinizin göstergesi olan hediyeleri, çiçekçiler ise kırmızı güllerini satmanın derdinde. Kimine göre kapitalizmin yarattığı bir tuzak, kimine göreyse unutulduğunda veya beklenen hediye alınmadığında büyük aşkları sona erdirecek dönüm noktası olan önemli bir gün.
Cep telefonumuza gelen mesajlar Sevgililer Günü nedeniyle yapılan otel indirim paketlerini ve hediyeleri sayarak, bir güne sığdırılan aşkların devamının teminatı için kışkırtmaya çalışıyor. Üstelik internet sitesinden sipariş vererek aldıkları hediyeyle ilk kez kutladıkları sevgililer gününün mutluluğunu yaşayan yaşlı çiftin hüzünlü görüntüleriyle verilen TV reklamıyla, sadece gençlere hitap etmediklerini de göstermiş oluyorlardı.
Batıda vaziyet böyleyken Kürtlerin cephesinde durum bambaşkaydı. Karşılıksız sevgiler, “sevgilim” demeyi ağzına yakıştırmayan, hep bir utanç duygusuyla acı çekerek yaşanan platonik aşklar, tıpkı Şeyhmus gibi birçok Kürt gencinin başına gelmişti. Ancak bu gençlerin büyük çoğunluğu başka şehirler ve başka hayatlar gördükçe aslında yaşadıkları coğrafyada ne kadar hakkaniyetsiz bir durumda olduklarının farkındalığını yaşıyorlardı. Eşit ve özgür birer yurttaş olmadıkları gibi aşklarını da batıdakiler gibi özgürce yaşamaları reva değildi onlara. İkili ilişkinin ötesinde başka sevdaları vardı artık.
Dağlara sevdalanıp giden, sevdiğine “senin gözlerinde ülkemi sevdim” diye hitap eden şiirler yazan, “Yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz” diye cümleler kuran gençlerdi onlar…
Diyarbakır Suriçi’nde çatışmalar devam ederken, sevgilinin elini tutmaktan hicap duyan mahcup gençlerdi onlar…
Henüz sevgilisine onu ne kadar çok sevdiğini itiraf edemeden sokak ortasında vurulan tüyü bitmemiş Çekvar’lardı onlar…
Ülkeye barış gelsin diye koşarken bacaklarından olan, barışa olan sevdası ‘yarım’ kalan Lisa Çalan’dı onlar…
Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarına sevdalı Tahir’lerdi onlar…
Büyük sevdası, askeri aracın arkasında sürüklenen Hacı Lokman’dı onlar…
Cizre’de kapkara ve ‘yanık’ bir sevdayla davalarına bağlı kalan mecnunlardı onlar…
Geride kalan sevdiklerini ömür boyu yaşayacakları travmayla baş başa bırakan, kaldırılmayı bekleyen cenazelerdi onlar…
Platonik aşklarının acısını sürdüren gençlerin yanı sıra Kürt gençlerinin büyük bir kısmı artık ‘eşek’ değildi ve 14 Şubat’ın anlamı onlar için Sevgililer Günü değil, yalnızca tutkuyla bağlı oldukları ‘sevgilinin’ Türkiye’ye getirildiği 15 Şubat gibi önemli bir günün arifesiydi.
Tıpkı devlerin aşkı gibi Kürtlerin aşkı da büyük olurdu... Çünkü onlar dağlara, Deniz’lere, barışa ve özgürlüğe sevdalı olanlardı... (BD/HK)