İlk operasyon tarihi olan 14 Nisan 2009'un üzerinden 18 ay, son operasyon 24 Aralık 2009 tarihinin üzerinden de 11 ay geçmiş. Üşenmeden hesaplamış kimileri, tamı tamına 552 gün.
Yani medyatik adı "KCK duruşması" olan Kürt siyasetçi ve sivil toplumcularının 18 Ekim tarihi itibariyle Diyarbakır Adliyesinde başlayan davalarının tarihi süreci bu.
18 ve 19 Ekim günleri yoğun güvenlik önlemleri altında sabahın dokuzundan itibaren duruşmayı izlemek üzere dünyanın bir dolu mekânından Diyarbakır'a huruç eyleyen epeyce konukla birlikte ben de Adliye önünde yerimi almıştım.
Duruşmanın başladığı ilk gün adliyeye girinceye kadar iki bariyeri aşmamıza rağmen 3,5 saat sıkı bir düzen içerisinde ayakta bekleyerek salona giremeyip geri döndüm(k). Önceden hazırlanan izleyici listelerine rağmen sanki bir başka eziyet düzeni kendini hissettiriyordu. Oysa zor değildi ve batıdaki kimi toplu duruşmaların nasıl yürütüldüğü her gün basına yansıyordu.
Sonra bir uyarıyla ilk iki gün özellikle yurt dışından gelen konuklara ve heyetlere "pozitif ayrımcılık" gönüllülük temelinde hem tutuklu yakınları cephesinden hem de biz "yerlilerden" yapılması fedakârlığı istenince; ancak üçüncü gün Çarşamba sabahı davayı izleme ve gözleme fırsatını yakalayabildim.
Hemen birkaç gözlemimi paylaşmak isterim. Çok kısa bir zaman dilimi içinde, sanık, avukat, izleyici, gazeteci, güvenlikçi ve yargıçlar dâhil en az 600 insanın rahatlıkla sığacağı çok gösterişli bir duruşma-mahkeme salonu dizayn etmiş Adalet Bakanlığı ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı. Görsel Elektronik kayıt cihazlarından tutun tüp geçişlerine varıncaya kadar, olanca görsel "estetik" düşünülmüş.
Salonda ikili bir güvenlik ağı hemen dikkati çekiyor. Tutuklular orta yerde. Hemen sağ ve sol taraflarında Avukatlar sıralanmış. Tutukluların arkalarında ise karışık düzen içerisinde tutuklu yakınları, izleyiciler ve gazetecilerin oturma yerleri. Aralarında da iki blok halinde cezaevi güvenliğinden sorumlu askerler ve sivil polisler.
Bu içerdeki "içeri"nin yoğun güvenlikli haline Avukat Ercan Kanar duruşma başlar başlamaz söz alıp hemen dikkat çekiyor yüksek sesle ve mahkeme heyetine hitaben: "Yoğun güvenlik ve sivil polislerin bulunması yargılamanın güvenilirliğine tehdit oluşturuyor".
Ama heyet sadece dinliyor. Hiçbir işlem yapmayıp yanıt dahi vermiyor. Zaten görüntülü kayıt sistemi söz konusu olduğundan tutanaklara geçilip geçilmediği de meçhul.
7500 küsur sayfa tutan İddianamenin özetlendiği ifade edilen 900 sayfalık kısmının okunuyor olması da başlı başına bir eziyet. Adeta rutinin yeniden tezahürü gibi bir şey! Tümüyle zaman kaybı! Ne gam! İddianameyi okuyan savcı sanki özetlenmemiş hali olan iddianamenin tümünü aylarca sayfa sayfa okusa mutlu olacak gibi!
İnternet ortamında ve kimi gazetelerin sayfalarında Abdullah Öcalan'ın her haftalık görüşmesinden sonra yayınlanan "görüşme notları"ndan bölümlerin elektronik posta olarak paylaşılması bile suç unsuru olarak iddianameye girmiş! Ortam dinlemeleri, telefon görüşmeleri de cabası...
Tutukluların Anadilleri olan Kürtçe konuşmak istemeleri, isim tespitinde "Buradayım" anlamına gelen "Ez Li virim" veya "Amade me" sözleri ile "Kürtçe Savunma" yapma istemleri, savcının İddianameyi okurkenki "potları"nda kendini bir gereklilik hali nedeniyle alenen ele veriyor.
Mesela "Maxmur kampı"nın adının geçtiği yerlerde Kürtçe'de "x" kelimesinin genizden "k" ve "h" harflerinin birlikte ve yoğunlaştırılmış bir "ğ" gibi okunuşuna denk düştüğünü bilmeyen savcı, Maxmur'u, Maksimur olarak okuyunca salona müstehzi bir tebessüm dalgası yayılıyor. Solumda oturan Gazeteci İnci Hekimoğlu'yla bakışıp gülüşüyoruz.
Yargılanan tutuklu, tutuksuz 152 Kürt şahsiyetini yarım gün süresince izlediğim duruşmada gözledim. Yüzyüze geldiklerimle selamlaştım ve uzaktan da olsa birbirlerimize el salladık. Kararlı ve vakur bir duruşları vardı.
Sanki sanık sandalyelerinde oturan kendileri değil de tarihe geçecek bir büyük ve önemli yargılamanın "sıra neferleri" gibi duruyorlardı. Savunmalarının şimdiden siyasal bir savunma olacağı ve bir "Dimitrof Savunması" tarzında zuhur edeceğini tahmin etmek güç değil.
Kimi "Kürt Siyasetçilerinin" çok yanlış bir tespitle sanıklar arasında ayrım yaparak kimilerini seçilmiş şahsiyetler olarak "suçsuz" telakki edip bir hukuksal karine yaratma gafletine rağmen; halk dışarıdaki yoğun ve kararlı destek hali ile iddianameyi reddeden ve belediye başkanı, sivil toplum örgütü yöneticisi, kamu personeli ya da sıradan partili siyasetçi kimlikleriyle derdest edilen tüm tutukluların "Beraat"ını talep eden bir beklenti hâli içerisinde...
Bana sorarsanız; gerek Başbakan'ın "olumsuz" açıklamalarından, gerekse tez zamanda "büyük devlet"in gücünü olanca ihtişamıyla gösteren duruşma salonunun haşmeti ve yargılamanın bütünüyle yansıyan yüzünün ruh halinden dolayı, çok iyimser olmamak ve kötü sona göre de bir senaryo yazmaktan yana olduğumu dile getirmeliyim.
Belki de "ceza" hali ile sonuçlanması muhtemel kötü senaryonun önünü kesmek içinse; ciddi bir lojistik desteğe ihtiyaç var. Bu yargılamanın adında da tezahür ettiği gibi sadece "KCK"lıların değil "Kürtlerin yargılandığı" bir büyük dava hali olduğu gözlerden uzak tutulmadan, hangi siyasi eğilimde olurlarsa olsunlar bütün Kürtlerin bu büyük davayı bir genel sahiplenme halinde olmalarına ihtiyaç var.
Ayrıca aydın sorumluluğu anlamında namuslu Türk demokratlarının, sosyalistlerinin de seslerini yükselterek sahip çıkmalarına büyük ihtiyaç var.
Bu sahiplenme ilişkiselliği bu davanın toplu bir serbest bırakılmayla aynı zamanda çok arzulanan Barış'ın da önünün açılma şansının yakalanma fırsatını doğurabileceğini de dile getirmek bir kez daha vesile olmalı... (ŞD/EÖ)