Cumhuriyet tarihinde Kürt Sorununa ilişkin ilk defa kamoyunda ‘demokratik çözüm’e dair bir hava yaratılmışken ve 1999-2004 “negatif barış dönemi”ne oranla toplumda ciddi beklentiler oluşmuşken, son bir aydır yaşananlara bakıldığında, acaba Kürtler tekrar savaşa mı çekiliyor kaygısı uyanıyor.
Önce Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde polisin gerilla mezarlarına saldırmasıyla başlayan ve üç Kürt'ün katledilmesiyle boyutlanan olaylar kısa sürede büyüdü. Yaşanan provokasyonun daha da yaygınlaşmasının önünü alan ise bizzat PKK Lideri Abdullah Öcalan idi.
Provokasyon için gerilla mezarlarının seçilmesi önemliydi. Zira mezarlıklar toplumların belleğidir. İnsanlar mezarları ziyaret ederek geçmişle olan bağlarını canlı tutarlar. Sözkonusu gerilla mezarlığı olunca da Kürt halkındaki hassasiyet haklı olarak artmaktadır. Çünkü yaşamını yitiren gerillalar devletin Kürdistan’da yüzyıla yakın süredir uyguladığı politikalara, katliamlara adeta “son sözlerini söyleyerek” mücadele etmişlerdir. Bu nedenle de hassas bir meseledir.
Bir diğer nokta ise tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılmamasıdır. Bilindiği gibi 13 Nisan 2009 tarihinde KCK’nin ilan ettiği ateşkesin üzerinden daha 24 saat geçmemişken içlerinde belediye başkanları, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Demokratik Toplum Partisi’nin eşgenel başkan yardımcılarının da olduğu birçok Kürt siyasetçiye yönelik polis eliyle “AKP+Cemaat” operasyonu yapılmıştı. Tutuklananlar arasından Kemal Aktaş, İbrahim Ayhan, Selma Irmak, Gülser Yıldırım ve Faysal Sarıyıldız 2011 Genel Seçimlerinde bağımsız olarak milletvekili seçildiler. Seçimlerden bir-iki gün önce, yargı korsan bir kararla Hatip Dicle’nin seçimlere girmesini engelledi.
Aradan geçen süre itibariyle defalarca başvuru yapılmasına ve içtihat niteliği taşıyan kararlar (örneğin 2007’de Sebat Tuncel İstanbul’dan milletvekili seçildiği için tahliye olmuştu) olmasına karşın tutuklu milletvekilleri bir türlü tahliye edilmediler. En son CHP’li Milletvekili Mustafa Balbay’ın Anayasa Mahkemesine yaptığı başvuru üzerine, Anayasa Mahkemesi Balbay’ı haklı bulmuş ve bu karar sonrası yerel mahkeme Balbay’ın tahliyesine karar vermişti. Nasıl ki Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanınmadan önce TC vatandaşları AİHS’ye dayanarak AİHM’ye başvurduklarında, AİHM’nin verdiği kararlar somut olayda etkili olduğu kadar yerel yargı organlarınca benzer davalarda dikkate alınması gerekiyor idiyse; benzer bir durumun Anayasa Mahkemesi kararları için de söylemek sözkonusu. Zira normlar hiyerarşisinde en üstte anayasa geliyorsa eğer, Anayasa Mahkemesi'nin verdiği bir kararın da, her ne kadar bireysel başvuru olsa da, norm yaratma özelliği bulunuyor. Bu nedenle, tutuklu beş BDP milletvekilinin sözkonusu karar çerçevesinde tahliye edilmeleri beklenirken, yargı kararlarının “çok yüzlülüğü” Diyarbakır mahkemelerince teyit edilerek, milletvekilleri tahliye edilmedi. Bu durum ikinci kırılma niteliği taşıyor.
Üçüncü önemli nokta ise geçtiğimiz hafta içerisinde HDP Eşgenel Başkanı Sebahat Tuncel hakkında verilen 8 yıl 9 aylık cezanın Yargıtay tarafından dosyası öne alınarak onanmasıdır. Yargı ve emniyet içindeki bürokratik yapının gerek gerilla mezarlarına yaklaşım, gerek tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemeleri, gerekse Sebahat Tuncel hakkındaki kararı; Kürtlerin yoğun emeğiyle gelişen ve 2. Aşamaya geçildiği söylenen çözüm sürecini “dinamitleme” girişimi olarak adlandırmak mümkün.
Ayrıca son günlerde açığa çıkan iktidar kavgasına Kürtlerin de dahil edilmek istendiği, uygulamalardan anlaşılıyor. Adeta her iki taraf da Kürtlere “ya bizden olacaksınız ya da karşı taraftan” diyor. Ancak Kürtler için “kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” diyen ile "ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun" diyen arasında pek de bir fark yok. Sonuç olarak iki taraf da Kürtleri savaşa çekmeye çalışırken; biri paranın “yazı” kısmını, diğeri de “tura” kısmını temsil ediyor.
* Muhammed Kaya, Ankara Üniversitesi SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisi