Nedir "anadilde eğitim"?
Generic bir konsept olarak sürekli yanlış kullanılan "anadil" kavramına bir açıklık getirmek istiyorum. Çok yaygın olarak bu kavram anne'den öğrenilen dil olarak anlaşılıyor; bu da "anadil" konseptini duygusal bir zeminde tartıştırıyor. "Anadil" terimi başlangıçta Katolik rahipler tarafından kullanılan ve kilise kürsülerinde Latince dışında konuşulan dil anlamına geliyordu: ('the holy mother of the church'= kilisenin kutsal anası.)
'Anadil' konsepti Hindistan'da veya Kenya'da bu ülkeleri kolonileştiren devletler tarafından bırakılmış bir terim olup asıl anlamı bir grubun 'etnik dili'dir.
Terimdeki ikinci problem ise, dil ediminin tamamen anneye yüklenmesidir. Çocuk, içine doğduğu ortamda hangi dil varsa o dili 'ediniyor' ve bunu genellikle anne değil iktidar belirliyor. Bir anne veya baba Kürtçe bildiği halde çocuklarıyla Kürtçe konuşmamış olabiliyor -ki bu 12 Eylül'den sonra Kürtlerin durumunda oldukça yaygın bir durum. Charlotte Basham adlı dilbilimci bu kişilere latent speakers yani pasif konuşmacılar diyor: Çünkü bu kişiler dillerini anlıyorlar ama konuşamıyorlar savaş, göç ve çatışmanın yaşandığı yerlerde bu çok yaygın bir sonuç.
"Kürtçe dilde eğitim" veya 'anadil'de eğitim kavramı oldukça problemli kavramlardır. Çünkü Kürtlerin sömürülmelerine eğitim sistemi içerisinde çare arayamayız. Baştan sona şaka gibi bir sistemden elbete medet ummamaliyiz.
Mesele herkesin kendi dilini kendi rengini koruması ve sömürme zihniyetinden kurtulma meselesidir. Bir enstitüden başka birine taşınan Kürt sorunu bir zihniyet sorunudur ve hapishanedeki direniş bunu ortadan kaldırma mücadelesidir. Bu yüzden seçmeli ders yetmiyor. Benim açlık grevlerinde talep edilen "anadil" hakkından anladığım Kürtlerin her alanda Kürtçe konuşup Kürtçe yaşamak istemeleridir. Kürtlerin anadil taleplerini yaşadıkları dil travmasına çare olur bırakın konuşsunlar diye düşünenler ise Kürtlerin siyasi taleplerini ve direnişlerini anlamadıklarını bir kez daha gösteriyorlar.
Ovid, Metamorphoses adlı üçüncü kitabında Narkissos ve Ekho'nun hikayesini anlatır. Çok güzel bir peri kızı olan Ekho konuşma gücünü yitirmiştir. Ekho sadece başkalarının söylediklerinin sonunu tekrar edebilir, fakat kendi istediği gibi konuşamaz. Narkissos'ta aynı zamanda tanrılar tarafından cezalandırılmıştır. Ekho onu kendisiyle konuşurken gördüğünde onun söylediklerini tekrar eder. Ekho Narkissos'a aşık olur; fakat Narkissos bir nehir kenarında sadece kendisine bakar ve daha sonra burada bir çiçek olarak bulunur.
Birçok defa Narkissos kendine aşık bir mitolojik karakter olarak tasvir edilir; fakat, Ovid'in orijinal anlatımında hikaye böyle değildir: Narkissosa aşık olan Ekho'nun ona aşkını anlatabilmesinin tek yolu 'dil'dir; fakat üzerindeki lanet buna engeldir.
Derrida'ya göre burada bir ayrılık söz konusudur: ses ve görüntü arasında bir ayrılık. Dil ve kişi arasındaki ayrılığa benzetebiliriz bunu. Bazı dilbilimciler bunu 'ana dil sendromu' olarak adlandırırlar. Başkasının dili bizim için her zaman kolonyal/sömürge/yabancı dildir. Yani 'ana dil' derken 'kendi dilim'/ 'benim dilim'/ 'bana ait dil' demek istiyoruz.
Sömürge olmaktan kurtulmanın yollarından biri olarak dilin ulusal mücadelelerde sembolik bir rolü vardır. Basque (Bask) ülkesinde Euskara ve İrlanda'da İrlandaca buna iyi örnektir. 1991yilinda Herri Batasuna, Basque ülkesinde, mücadelelerine anadilde eğitimi şart kosan 5 yıllık bir planlama yaparak bütün parti üyelerinin kendi dillerinde konuşma ve yazmaları gerektiğini öne surdu.
Batusuna'nin liderliğinin ulusal kültür ve kimliği güçlendirme anlamına gelen bu tavrı Basque ülkesinde güçlü bir katalizör olarak bilinir. Dilin bu gücünün ulusal bilinci yoğunlaştıracağı ve bunun da ulusal kimlik/tanınma taleplerinde bir ulusu heyecanlandıracağı düşünülür. Yeni bir kimlik mücadelesinde dil yeni bir ulusun inşası ve sömürge zihniyetinden kurtulmanın tek yolu olarak görülür. Fakat İrlanda'da bütün bu heyecanlı girişimler sırasında bir de şu ironik durum ortaya çıkar: İrlanda hapishanelerinde şöyle bir gülmece oldukça önemlidir: "Belki İrlandaca Gaeltacht'ta (İrlanda'da İrlandacanin konuşulduğu bölgeler) yaşamayacak ama Gaoltacht'da yaşayacak (Gaol =hapishane)."
Sinn Fein, "hapishanede, çırılçıplak soyulduğunuzda yapılacak en İrlandaca şeyin İrlandaca konuşmak" olduğunu söylüyor. İrlandaca konuşmak ve yazmak onlar için bir direniş ve bir kimlikti. Hapishane direnişinde dilin önemi şu an bile İrlanda'nin politik projesinin bir parçasıdır ve bu İrlanda ve İngiltere hükümetlerinde sıkça konuşulan bir konudur.
Türkiye hapishanelerine baktığımızda; 80'li yıllarda hapishaneler devrimci/solcularla dolu iken 90'li yıllardan bu yana Kürt politik tutuklularla doldurulmuştur. F tipi cezaevlerinin özellikle Kürtler ve diğer muhalifler için inşa edildiğini söylemek sanırım yanlış olmayacak.
F tipi cezaevleri sosyal tecrit modeline dayanan üç ya da tek kişilik; devlete karşı suç işleyenlerin "eğitim alanıdır". Eğitim ve askerlik içerisinde hizaya getirilemeyen düşünce suçluları hapishane içerisinde direk ve endirek yöntemlerle ruh ve bedenlerini askeri bir eğitime teslim ettirilerek eğitime tabi tutulurlar. Türkiye hapishanelerine bakarak Kürtlerin anadilde eğitim ve diğer haklarının nereye doğru yol aldığını görmek zor değil. Açlık grevleri ve hapishanelerin durumu bize maalesef şunu gösteriyor: Kürt sorununun çözümünde hiçbir ilerleme kaydedilmemiştir.
Sosyal tecrit ve psikolojik işkence dışında nedir hapishane?
Hapishanelerin artık kriminallerin ıslah edildikleri yerler olmadığını özellikle Kürtlerin akın akın tutuklanmalarından biliyoruz. Suç ve ceza değil suçsuz alıkoyulma yeri oldu hapishaneler. Hapishaneyi bir bir mikro iktidar/devlet olarak ele aldığımızda görüyoruz ki hapishaneler yeni 'gettolaştırma', 'kriminalleştirme' ve 'marjinalleştirme' politikalarının devamıdır (ve bu kısa dönemde ekonomik fakat uzun vadede politik bir projedir). Peki bu politik proje nedir?
Problem çıkaran/başkaldıran muhaliflerin (bu durumda Kürtlerin) görünürlüğünü ortadan kaldırma politikası Türkiye'deki yeni bir proje değildir. Tam tersine hapishane Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en etkili siyaset üretme alanıdır. Yani Kürtleri bitirmeye yönelik değil, Kürtler üzerinde sürekli illüzyon yaratan bir mekanizmadır. Görünürde bir 'demokratikleşme' bunun içerisinde ana dilde eğitim hakkı sağlama, etnik azınlıklar veya farklı dini mezheplerle ilgili hak ve hukuk sınırlarını genişletme veya esnetme, insanları ev sahibi yapmada kolaylıklar sağlamak vb hepsi bu neoliberal, dindar ve tüketim odaklı proje içerisindedir.
Sonuç olarak Türkiye'de ilerleyen tek şey kocaman bir inşaat sektörüdür (özellikle ev ve cami). Bunun dışında özellikle Kürtler acısından hiçbir ilerleme kaydedilmemiştir. (Burada Kürtlerin mücadeleleri büyümüş, meclise daha fazla milletvekili göndermişlerdir, daha fazla insan hapsedilmiş, daha fazla insan dağa cıkmış fakat devlet nezdinde hiçbir kazanım olmamıştır- Kürtler hala statüsüzdür ve bunun mücadelesi devam etmektedir)
Bir gösterge olarak hapishanenin önemi:
Hapishane semantik olarak nasıl bir kavramdır? Yani semiotik anlamda hapishane nedir? Burda Foucault, Deluze ve Agamben'in titizlikle inceledikleri dispositive kavramının üzerinde durmakta fayda var. İngilizceye apparatus olarak çevrilmiş ve Türkçedeki karşılığı 'mekanizma' (bundan emin değilim) olarak yer bulmuştur.
Agamben İtalyanca dispositivo, Deluze Fransizca dispositif olarak bu konsepti sıkça dile getirmişlerdir. Dispositif terimi akışkanlığı gereği 'stratejik' bir gösterge olarak kullanılabilir.
Foucault dispositif konseptini birçok çalışmasında ele almaktadır. Bu kavramın geliştirdiği ilk çalisma Histoire de la sexualite 1: La volonte de savoir dir ve 1975-76 yıllarında verdiği derslerde önemle üzerinde durmuştur. Foucault bu süreçte iktidar mekanizmasının direniş ile ilişkisini ve tarihsel gelişimini ele almaktadır. Bu kavramın direk devletle iliksisinden ziyade governmentality yani 'yönetim zihniyeti' ve güvenlik teorileri açısından ele alır. Şu anda Turkiye'de güvenlik teorileri üzerinden politika belirlenmekte/yani terörizm üzerinden kurumsallaşma söz konusudur.
Agamben Latince olan disposito ve disponere nin Yunanca oikonomia psuchon kelimelerinin kalıntıları olduğunu öne sürmektedir ve hukuksal bir terim olarak önemine değinir. İçinde Latince ponere ve disponere anlamlarının gizlendiğinden yani 'yasal zorlama' ve 'karar bulma/verme' bulunduğunu savunur. O halde, (Schimit, Livy, Saint-Bonnet ve diğerleri bu kavramın içinde 'state of exception tradition' yani Foucault'nun söz ettiği savaş, rasison d'Etat, ve coup d'Etat gibi kavramları anlamamız açısından önemlidir.
Hapishaneyi bir konsept olarak ele aldığımızda su sonuçlar ortaya çıkıyor:
Birincisi yönetim zihniyetini çok iyi ortaya çıkarıyor. Ceza ve infaz yasalarından ziyade, insanların nasıl yönetilmek istendiği belirginleşiyor. İkincisi, bir 'zorlama' hatta yasalarla zorlama ve bunu kabul ettirme yaptırımı; üçüncüsü ise, iktidarın keyfi darbe hakkinin gizliliği gözler önüne seriliyor. İktidarın bu isleyiş mekanizmasını Foucault'nun cinsellik üzerine yaptığı çalışmasını ele alarak değerlendirebiliriz:
Foucault, cinselliğin nasıl yandaşlar oluşturduğunu ve bundan aile kurumunun, akrabalık ilişkilerinin, ve her türlü alışverişinde dahil olduğu iktidar ilişkilerinin yaratıldığını anlatır. Cinsellik nasıl bir dispositif olarak yaşam alanımızı sınırlamakta, düzenlemekte, yasaklamakta ve yönetmekte ise hapishanede ayni işlevi görmektedir.
Peki bu nasıl gerçekleşir? Birincisi beden denetim altına alınır. İkincisi beden çeşitli yöntemlerle düzene sokulur. Üçüncüsü beden yönetilir. Mesela tutukluluğun uzun olması, işkencenin kısa tutulması bir stratejidir. Şimdilerde eskisi gibi uzun sureli işkencelerin yerini uzun sureli tutukluluklar aldı-temel tahribat hedefi insan iradesi haline getirildi. Yani hapishane cinsellik gibi bir denetim mekanizması haline dönüştürülüyor. Suç ve ceza ikileminden ziyade, neoliberalleşen bir ülkede bir denetim ve kontrol mekanizması oluşturulmaya çalışılıyor.
Toplu tutuklanmalar, yasaklar, bastırmalar ve korkutmalarla iktidar neyi hedefliyor? Bu soruların cevabı çok kapsamlı analizler gerektirmekte olsa da, gösterge haline getirilmek istenen hapishanelerin suç ve ceza ilişkisinin göstergesi değil Türkiye'de politikasının nereye gittiğini görüyoruz:
1. Ana dilde eğitim vb hakların tartışılması sadece Kürtlerin oyalanması için tartışma konusu oluyor. Kürtler daha çok politik talepte bulunmasınlar diye konuşuluyor 'muş' gibi ironik bir konudur. Yeni Zellanda'da Māori dilinin resmi dil olması bu halkın ironik bir biçimde hala sömürge olmaktan kurtulamadığını gösteriyor. Yani Kürtçenin yarım yamalak eğitim dili haline getirilmesi Kürtlere "demokratik" haklar verileceği anlamına gelmemelidir. Aksine Kürtler daha dikkatli olmalıdır. Zaten Türkiye kendine has "demokratik" bir ülke değil midir?
2. Kürtler hala hapishaneleştiriliyor, fakirleştiriliyor, gettolaştırılıyor ve marjinalleştiriliyor. Kürtlerin temel haklarından bazılarını elde etmeleri bile maalesef iktidarın onları sömürmekten vazgeçeceği anlamına gelmiyor. (Türkiye'nin şu anda inşaat sektörünün başını çeken ülke olmasının bir nedeni Kürtlerin zorunlu göçlerden sonra bu sektöre sağladıkları ucuz emek gücüdür.)
3. Türkiye'nin Kürtler karşısında bu değişmeyen tavrı nihayetinde başkaldırıları arttırıyor fakat buna karşın polisin özelleşitirilmesi - militaristleşmesi - yüksek güvenlikli hapishanelerin inşasını arttırıyor.
4. 14 Ekim 2012de Radikalde yayınlanan bir habere göre Altan Tan "Seçmeli Kürtçe derslerinin boykot edilmesini de doğru bulmuyor: "Türkiye'deki derin akıl, Kürtlere mümkün olduğu kadar az vermek, az verdiğini geç vermek, bunun da içini boşaltmak istiyor. Yine de ben seçmeli derslerin boykot edilmesini yanlış buluyorum" diyor. İnsanlar hapishanelerde 'anadilde eğitim' diye açlık grevlerine girerken Türkiye'nin Milli Eğitim sisteminde Kürtlerin anadilde eğitim haklarına seçmeli ders, iki dilde eğitim, çok dilli eğitim gibi illüzyonlara kapılıyoruz. İki dilde eğitimin sonu her zaman 'tek' dilde eğitimdir- o da dominant dil neyse odur. Sanırım bu gidişle Kürtçe Türkiye hapishanelerinde 'yasayan bir dil' olarak kalacak. (Artuklu Üniversitesinin 'Yaşayan Diller Enstitüsü' gibi bir adının olması tesadüfi bir ironi midir?)
5. Kolonileşen ülkelerdeki asıl trajedi genellikle sömürgeciler gittikten sonra sömürge zihniyetinden uzaklaşma kurtulma meselesidir. Örneğin İngiltere'nin kolonilerinin şu an hepsi İngilizce konuşuyor; Hindistan ve Afrika'da İngilizce sınıf atlamak, eğitimli olmak, hatta güzel olmak anlamına geliyor ve bu yüzden insanlar hâlâ İngilizce öğrenmek istiyorlar. Sömürgeler onları köleleştirenlerin bayraklarından kurtulabilmişlerdir; fakat onların bıraktıkları zihniyetten kurtulmak ancak bir direnişle gerçekleşebilir ve şu an hapishanelerde yapılan budur.
* Birgül Yılmaz, SOAS University of London