Kürtler mi Kürtçeyi savunuyor, Kürtçe mi Kürtleri savunuyor?
İkisi de. Ama ben ikincisinin biraz gözden kaçırıldığını düşünüyorum. Ne olurdu Kürtçe Kürtleri savunmasaydı? Onlara Türkçenin içine sızamadığı bir alan, geri çekilip yaşananlara bakacakları bir siper sunmasaydı? Bu mücadele azmini, bu kararlılığı, bu inancı nereden bulurlardı, nerede beslerlerdi? Ne olurdu Kürtçesiz Kürtlerin hali?
Diyelim ki, Kürtler anadillerinden vazgeçebildiler ve Türkçe konuşmayı benimsediler. Bugün bize dayatılan Türkçeden bahsediyorum, dikkat buyurun: Bize utanmadan anadilimizden vazgeçmemizi teklif eden Türkçeden. Darbecilerin ve uzantılarının kadim Türk halkına reva gördüğü, dayattığı Türkçeden.
Kürtlerin söyleyecek sözleri var ve bunları Kürtçe daha iyi mi ifade ediyorlar? Hiç sorun değil, hiç tasalanmasınlar. Türkçeye geçişle beraber kısa sürede onlar da bu hastalıklı Türkçeye talim edenler gibi hiçbir şey söylemeden konuşmayı öğrenir ve darbecilerin Türkçe bilenlere zerkettiği, onları hiç bir şey olmayacağına, hiç bir şeyin değişmeyeceğine inandıran sinizm aşısını tüm benliklerinde hissederlerdi:
Korku dilde eğleşir. Biz Kürtler bunu öğrendik bu Türkçede.
Hiç şüphesiz; kısa zamanda ölen, öldürülen çocuklarından da vazgeçerlerdi: Bugün hakim olan, bize dayatılan Türkçe unutmak için dizayn edilmiştir çünkü. Kabullenmek için, boyun eğmek için dizayn edilmiştir. Kısa sürede alışırlardı bu teslimiyet kültürüne.
Bu Türkçeyle beraber korku ve konformizm bütün zihne yayılır, kendini toplumun saygın bir parçası sanan zavallı Kürt ebeveynleri, yoksul da olsalar, çocuklarını kurban da verseler, hiç bedel ödememiş varsıl Türkler için tasarlanmış bu ülkede bir arada yaşayabileceklerine inandırırdı.
Nihayetinde, dağlardaki çocuklarından da vazgeçer, kademe kademe kızmaya başlar, söylenirlerdi: "Ne hakları var toplumun huzurunu bozmaya, bizi toplum içinde böyle zor duruma düşürmeye?"
Ezberleri kısa sürede gelişirdi: "Varlığım Türk devletine armağan olsun", "Kendini Türk hisseden Türk sayılır", "Ne mutlu Kürt değilim diyene", vesaire vesaire.
Neyse ki bizi böylesi zavallı bir kaderden koruyup kollayan bir Kürtçemiz var. Hepimize tek tek yetişen, bizi hikayelerle besleyen, bize nereden gelip nereye gittiğimizi hiç yorulmadan anlatan bir anadilimiz: Anılarımızı ve düşlerimizi buluşturan, düşüncelerimizi şekillendiren sürekli bir iç ses, bir iç dünya.
Türkçede ısrarla bilmezden gelinen bu anadil kütüphanelerden çıkmadı elbet. Bize sunulan, bize dayatılan bu zavallı Türkçenin anlatmadığı, anlatamayacağı karanlık bir tarihin içinden geldi: Dağların doruklarından, dere yataklarından, aysız gecelerden, toplu mezarlardan, yakılmış köylerden, verilmiş bedellerden, dağılmış ailelerden geldi, onların hikayelerini topladı, anlattı.
Ve şimdi 12 Eylül zindanlarından, 90'ların vahşetinden sonra onlara benzer yeni bir şiddet türüyle, öncekiler kadar vahşi bir şiddet dalgasıyla karşılaştığımız söylüyor bize:
PKK lideri Abdullah Öcalan'a keyfi olarak yaklaşık 500 gündür tecrit uygulayan, milletvekilleri ve belediye başkanları dahil 10 bin Kürt siyasetçiyi uyduruk iddiaları dayanak göstererek 3 yıldan fazla zamandır cezaevlerinde tutan, yargılamaları sanıkların Kürtçe ifadelerini kabul etmeyerek tıkayan yargı şiddetiyle.
Olağanüstü bir durum yokmuş gibi yapan, bize yargıya güvenmemizi ve beklememizi salık veren sofistike bir şiddet bu. Şu polislere öğretilen iz bırakmadan işkence yapma yöntemlerine benzer bir şey.
Bütün siyasetçilerini zindanlara atıp siyaset yapmamakla itham eden, anadilini elinden alıp "şimdi konuş" diyen, devletin dilerse Kürt hareketinin liderini 500 gün tecritte tutabileceğini iddia eden, buna boyun eğdirmeyi deneyen bir şiddet.
Kürtlerden yine devletin adaletsizliğini kabullenmesini, bu adaletsizliğe boyun eğmesini talep eden bir şiddet. Şu başta bahsettiğimiz hastalıklı devlet Türkçesine yaraşır bir talep. Ama Kürtlerin çoğu -Türkçeyi anlasalar bile- Kürtçe düşünürler. Resmi dile katılan bu teslimiyet zehri Kürtlerde içerilere kadar ilerleyemiyor.
İçeriden bir ses başka şeyler dillendiriyor Kürtçesiyle: Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridin kalkmasını ve anadilde savunma ve eğitim hakkının teslim edilmesini talep eden açlık grevlerine buradan bakmak gerektiğini, bu eylemleri Kürt halkının karşı karşıya bırakıldığı bu tasarlanmış ve kamufle edilmiş şiddeti ifşa etmeyi deneyen bir hamle olarak görmek gerektiğini söylüyor.
Açlık grevine yatanlar İmralı'yı, Abdullah Öcalan'ı işaret ediyorlar. Ellerinde kalan tek silahlarını, bedenlerini ortaya koyuyorlar. Onların da dışarıdan, sokaklardan, alanlardan açlık grevlerini işaret eden yüksek katılımlı güçlü bir eylemliliğe ihtiyacı var. Böylesi bir katılım; Kürt halkı için İmralı'dan başlayıp cezaevlerine ve oradan sokağa yayılan sistematik şiddeti hem daha görünür kılacak, hem daha baş edilir hale getirecektir.
Unutmamak gerekir ki; binlerce partili -en örgütlü, en deneyimli olanlar- çoktan kadüğe çıkmış zavallı bir "entegre strateji" namına rehin olarak cezaevlerinde tutuluyorlar. Dolayısıyla, onların yokluğunda dışarıdaki herkese daha çok iş düşüyor. (BK/EKN)