"Geriye kalan mı? Geriye kalan anadildir."
Alman gazeteci Gunter Gaus, 1940 yılında anavatanı Almanya'yı terk eden Hannah Arendt'le yaptığı 16 Eylül 1964 tarihli söyleşisinde Hitler öncesi Almanya'yı işaret ederek kendisi için o dönemden geriye kalanın ne olduğunu sorar.
"Geriye kalan mı?" der Arendt "Geriye kalan anadildir." "Bu sizin için çok şey mi ifade ediyor?" der Gaus. " Çok" diye yanıtlar Arendt "Anadilimi yitirmeyi her zaman, bilinçli bir biçimde, reddettim..."
Ve açıklar: "...Bakın, anadille diğer diller arasında büyük bir uçurum vardır. Kendi adıma bunu son derece basit bir biçimde açıklayabilirim: Alman şiirini büyük oranda ezberimde taşırım. Bu şiirler bir şekilde zihnimin bir yerlerinde sürekli hareket halindedirler ve bu, pek tabii ki, benzersiz bir şeydir..."
Bayan Arendt kesinlikle doğru söylüyor: İnsanın anadilinin -şiirlerin, türkülerin, tekerlemelerin, masalların, hikayelerin- zihninin bir yerlerinde- sürekli hareket halinde olması, pek tabii ki, benzersiz bir şeydir. Kürtler bunu iyi bilirler. Ama Arendt anavatanından uzakta, başka bir dil konuşan halkın arasında ABD'de yaşıyordu. Kürtlerse anavatanlarında, kendi halkıyla beraber yaşıyorlar. Bu duyguyu iyi bilmemeleri lazım. Kürtlerin kafasını karıştıran nokta bu. Ama bu başka bir yazının konusu.
Söyleşi benim aklıma KCK davası üzerine haberleri okurken geldi. Haberleri okurken şöyle düşündüm: Bu dava ister haksız ithamlara muhatap olan ve sırf sürece dahil olup aktif politika yapamasınlar diye tutuklanan sanıkların ivedilikle tahliyesiyle, ister sanıkların tutuklanmalarında olduğu gibi alçaklığın evrensel tarihine kirli bir sayfa daha eklenerek sonuçlansın, bu süreçten geriye kalan anadil olacak. Haklı çıkan ve kazanan Kürtçe olacak.
KCK davası giderek farklı bir anlama büründü. Ne yapılmak istendiği sanıkların tutuklanış biçimiyle belli olmuştu: tahkir ve tasfiye etmek. Önce herhangi demokratik bir devletin kendine yakıştıramayacağı çirkin bir şovla tutukladılar, bir yıl sonra iddianame geldi. Türkçeye çevirirsek: Siz suçluları yakalayın, biz suçları ayarlarız, demekti bu. Baştan sona laf salatasından ibaret olan 7500 sayfalık iddianame önce medyadan duyuldu. Mahkeme sonra açıkladı. Şimdi İddianamenin esamesi okunmuyor. Bir buçuk yıl sonra ilk duruşma gerçekleşti. Gaye; dava süreci mümkün olduğu kadar uzatılsın, Kürtler arasında politika yapmayı, örgütlenmeyi bilen deneyimli, etkin isimler tasfiye edilmiş olsun. Böyle görünüyordu ilk başta, hala da öyle görünüyor ama...
Ama sanıkların hep birlikte Kürtçe savunmada direnmeleriyle beraber, dava başka bir seyir almaya başladı. Giderek Kürtçe ve anadilinde savunma hakkı öne çıktı, sanıkların politik duruşları biraz daha geri planda kaldı. Ve dava BDP'den daha büyük bir kitleyi ilgilendirmeye, umulandan çok daha fazla ilgi çekmeye başladı. Gelişmeleri takip eden T.C. vatandaşı bütün Kürtler, politik görüşleri ne olursa olsun, orda o mahkemede ortak değerleri olan anadillerinin, Kürtçe'nin hakir görüldüğüne şahit oldular. Vatandaşı oldukları ülkenin mahkemesini bir önceki duruşmada anadilleri Kürtçeyi "bilinmeyen bir dil" olarak kategorize ettiğini gördüler şaşkınlıkla. Şimdi ise Kürtçeyi pek ehemmiyetsiz bir altdil olarak tanıdığına, öyle Türkçe gibi savunma yapılabilecek bir anadil olarak tanımadığına şahit oldular. "Kürtçe olduğu düşünülen bir dilde" ifadesi kullanıldı mahkemede. Yani iyimser olmak için sebepler eksik değil: Düşünülüyorsun öyleyse varsın ey Kürtçe!
Devlet Kürtçeyi nasıl ele alacağını bilemedi ve KCK davası BDP içindeki etkili yerel siyasetçilerin tasfiyesine yönelik can sıkıcı bir manevrayken, sanıkların haklı ve yerinde tavırları sayesinde beklenmedik bir anlam kazandı; bir devletin 20 milyon vatandaşının ortak değeri, anadili, Kürtçe'yle yüzleşmesine dönüştü. Ve ben diyorum ki, sonuç ne olursa olsun, bu yüzleşmeden geriye anadil kalacak, kazanan her halükarda Kürtçe olacak.
Çünkü artık KCK sanıklarının oturduğu sıralarda sanıklarda cisimleşen anadilleri Kürtçe oturuyor. Ve aslında bugün ve yarın sanıkların adı okunduğunda dün olduğu gibi yine Kürtçe ayağa kalkacak ve zihinlerin derinliklerinden gelen sesiyle konuşacak. Hakim, yani devlet, Kürtçeyi susturacak. Diğer sanığın adı okunacak, yine Kürtçe ayağa kalkacak ve konuşacak. Hakim, yani devlet, hep yarıda kesecek, hep susturacak, hiç dinlemeyecek, asla anlamayacak: "Türkçe bildikleri halde Kürtçe olduğu düşünülen bir dilde..."
Ve sanık Kürtçe her ayağa kalkışında kısa kısa söz alışlarında sabırla şunu söyleyecek:
"Çocuklarımı savunmaya geldim. Çocuklarım Türkçe bilirler ama şairin dediği gibi 'İnsan ancak anadilinde anlatabilir kendi gerçeğini' dedim geldim. 'Dilimizde sen varken kendimiz daha iyi hissediyoruz ana' dediler geldim. 'Aradığımız bütün anlamlar sende, anlatmak istediğimiz bütün hikayeler senle başlıyor' dediler, geldim. Kendi gerçeklerini anlatabilmek için beni çağırdılar, geldim. Eğer kibrinizi kırıp müsaade ederseniz biz ancak anlatabiliriz, anlamak size kalmış, dedim geldim." (BK/EÜ)