Tanı ve tedavi hizmetlerinde herhangi bir tıbbi uygulama ya da işlemin tıp mesleğinin mesleki ve etik kurallarının gerekleri dışında "yasaklanması, engellenmesi ve verilmemesi" söz konusu olamaz.
Hekimler mesleki ve etik kuralları çerçevesinde bazı durumlarda "tıbbi işlemleri" yapmaktan kaçınabilirler, bu onların bir hakkıdır. Ancak herhangi bir tıbbi uygulamaya gereksinim duyulması ve talep edilmesi halinde, söz konusu hizmet "kamusal" olarak sunulmak zorundadır.
Bunun olmaması hem bireysel hem de toplumsal düzlemde "sağlıksızlık" yaratır ve asla kabul edilemez.
Kürtaj paneli
Geçen hafta İstanbul Tabip Odası'nda odanın "Kadın Hekimler Komisyonu" ile " Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı"nın birlikte düzenlediği "kürtaj" panelinde dile getirilenler ülkemizde bu konuda da pek çok hasta hakkı ihlâli yaşandığını ortaya koydu.
Konuşmacılar öncelikle bu konudaki "hizmet sunumu" noktasında ciddi sıkıntılar ve ihlâller olduğunu belirttiler. Bunların nedenlerin arasında bu konudaki mevcut "yasal düzenleme"lerin de olduğu dile getirildi.
Diğer yandan ekonomik koşul ve olanaklara bağlı olanlar başta gelmek üzere toplumun farklı kesimleri arasında "büyük eşitsizlikler", hatta "ayrımcılığa" varan uygulamalar olduğu ileri sürüldü.
Konunun konuşulmasını sınırlayan adet, gelenek görenek ve mevcut tabuların bu sürece etki ettiği, "kürtaj"ın adeta gizlenen, saklanan, görülmek istenmeyen bir "gerçeklik olduğu" ama tam da bu yanıyla aslında bir çeşit "gösterge" ya da "turnusol kağıdı" niteliğinde bir olgu olduğu ortaya çıktı.
Toplumu yönlendiren "eril/erkekçil erk"in bu süreçteki egemenliğinin etkisiyle kadının kendi bedeni üzerinde bile söz sahibi olamadığı; hiçbir şekilde ayrımcılık yapmaması -hatta son anayasa değişikliği ile 'pozitif ayrımcılık' yapması gereken- devletin ciddi boyutlarda ayrımcılık yaptığı da bu bağlamda bir kez daha gözler önüne serildi.
Salonda toplantıyı izleyen yaklaşık yüz kadın ile sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen erkeklerin anlattıklarından ve dolayısıyla sorunun büyüklüğünden, kimsenin haberi olmadı.
Katkıların dile getirildiği bölümde kürtajın bir "doğum kontrol yöntemi" olmadığını vurgulayan kadınlar, bu tıbbi uygulamanın kimi kez bir zorunluluk olduğunu belirttiler. Ancak bunu gerçekleştirme koşul ve olanağının yalnızca "parası olanlar"la sosyal olarak "üst sınıflarda" yer alanların ayrıcalığına dönüştüğünü anlattılar.
Bu konuda "bilimsel saptamalar"a dayanak olacak herhangi bir araştırmanın olmadığı da anlaşıldı. Akademik kurumlarda bile "toplumun yararına" çalışmaların yetersizliğinden söz edildi. Ayrıca kamu kurumlarının bu alandaki hizmetleriyle ilgili verilerin de yetersiz ve doğru bilgi veremeyecek düzeyde olduğu anlaşıldı.
Tüm bu olumsuzluklar konunun aslında önemli bir "sağlık hakkı ve hasta hakları ihlâlleri" yaşanan bir alan olduğunu ortaya çıkardı. O nedenle "kürtaj" konusu üzerinde daha çok durulması, yaygın bir şekilde bilinmesi, bu konudaki hakları ve yapılması gerekenlerin ortaya koyulması gerekiyor.
Hizmet kurumları ve hizmet sunumu
Konuyla ilgili düzenlemelere göre "yasal sınırlar ve süreler içinde" isteğe bağlı olarak kürtaj uygulaması yapılabilecek kurumların ve bu kurumlarda görevli tıbbi personelin sayısı, özellikle son dönemde uygulamaya konulan "aile hekimliği" sistemi nedeniyle çok azalmış ve büyük eksiklikler oluşmuş ve kimi yerlerde "yok" denecek düzeye inmiştir.
Özellikle "doğu ve güneydoğu" illerinde bu hizmet bugün "fiilen" verilememektedir. Benzer bir şekilde büyük kentlerde de hizmet veren kurumlar, hizmet talebine karşılık veremeyecek düzeydedir, bu kurumlarda yeterli sayıda ve nitelikte personel istihdam edilmemektedir.
Söz konusu hizmeti verebilecek düzeydeki kurumlarda da sanıldığının tersine hizmet yine verilmemektedir. Çünkü kamu ve özel sağlık kurumlarında mevcut "ödeme sistemi" bu hizmetin bedelinin ödenmesine olanak tanımamakta; ancak maddi olanağı ve buna ayıracak kaynağı olanlara bu hizmet verilebilmektedir.
Yeterli kaynağa sahip olsalar bile çoğu zaman özellikle kamu kurumlarında söz konusu tıbbi uygulama yapılmamaktadır. Çünkü uygulamayı yapacak olan personele yerine getirdiği başka hizmetlerde verilen "performans payı" bu konudaki uygulamaları için verilmemektedir.
Dolayısıyla "karşılığını almayacağı" bir hizmeti bir hekimin değişik gerekçeler ve bahanelerle yapmaması için somut bir "neden/bahane" yaratılmış olunmaktadır. Sınırlı bir süre içinde gerçekleştirilmesi gereken uygulamanın böylelikle o süre içinde gerçekleştirilmemesine kapı açılmaktadır.
Kamusal olarak böyle bir hizmetin yeterli ve etkin bir şekilde sunulmuyor olması, öncelikle söz konusu uygulamanın yapılma biçimi ve koşullarıyla ilgili bir olumsuzluklara neden olmaktadır.
Diğer yandan yapılan işlemle ilgili arz/talep bağlamındaki bu dengesizlik durumu uygulamanın acımasız bir şekilde "piyasa"ya terk edilmesine, dolayısıyla "söz konusu işlemin bedelinin yükselmesine", bu ise bu olanağa sahip olmayanların söz konusu tıbbi hizmete ulaşamama ya da yararlanamamasına neden olmaktadır.
Hekime yönelik "mahalle baskısı"
Tam bu noktada sürece etki eden önemli bir boyut da söz konusu işlemi yapanlara yönelik "açıkça" olmasa da uygulanan bir tür "mahalle baskısı"dır. Bu konuda bedeli ile hizmet sunan hastane ve merkezler adeta "gizli saklı olarak" bu uygulamaları yapmaktadır.
İşlemin dinsel inanç ya da geleneksel düşüncelerle bir "cinai eylem" olduğu yolunda ifade edilen, aslında kesinlikle doğru olmayan kanaat ve düşünceler bunu "normal" biçimde yapmakta olan ve yapabilecek durumda olanların da "çekingenliklerine" yol açmaktadır.
Tabi burada söz konusu tıbbi işlem sırasında ortaya çıkabilecek bazı olumsuzlukların da etkisi göz önüne alınarak hekimlerin kendilerini baskı altında hissetmekte, sonuçta bir tür "çekinik tıp" uygulaması gündeme gelmektedir.
Böyle bir ortamda hizmeti talep edenler de adeta kendilerini sanki "suçlu" olarak görmekte, bu nedenle harekete geçmekteki zorluklar başta olmak üzere sürece dair yanlış ve sakıncalı eylem ve davranışlara itilmektedirler.
Yasal düzenlemelerdeki sorunlar
İsteğe bağlı tıbbi uygulamalar için hem anne, hem de babanın ortak rızasının varlığı bir koşul olarak ortaya konulmuştur. Bu durum "resmi olmayan beraberliklerde" ortaya çıkan gebeliklerde, bu hakkın etkin biçimde kullanılması olanağı ortadan kalkmaktadır. Öte yandan işleme "kadın maruz kalacak olmasına" karşın genellikle erkekler bu işleme rıza göstermekte pek çok nedenle istekli olmamaktadırlar.
Bir başka sınırlama bu tıbbi işlemin yapılabileceği süreye ilişkindir. Kürtaj işlemiyle ilgili ülkemizde "iki farklı yasal düzenleme" söz konusudur: İsteğe bağlı kürtaj ancak "10 hafta" içindeyse yapılabilmektedir.
Bu süre üzerinde bilimsel bir "uzlaşma" söz konusu değildir ve farklı ülkelerde farklı süreler söz konusudur.
Pek çok gelişmiş ülke için bu düzenleme "12 hafta"dır. Bir gebeliğin "fiilen" fark edilme, hissedilme süresi ortalama 6-8 hafta civarındadır. Bu durumda istenmeyen gebeliklerin fark edildikten sonra gerekli müdahale için sahip olunan sürenin çok sınırlı olduğu açıktır.
Diğer yandan söz konusu gebelik eğer bir "cinsel saldırı/tecavüz" nedeniyle oluşmuşsa bu süre "iki katı"na yani "20 hafta"ya çıkabilmektedir.
"Kriminal/suç oluşturan" bir durum olduğunda tıbben mümkün olan bir işlemin, isteğe bağlı olarak yapılmak istendiğinde mümkün olmamasının mantığını anlamak olanaklı değildir.
Bu durumda her hangi bir "suç oluşturan fiile maruz kalma hali" ödüllendirilmiş olmaktadır: Başka bir yerden bakıldığında, devletin kişi güvenliğini sağlayamadığı koşulda, sanki oluşan suçun kanıtının yok edilmesinin kolaylaştıran bir yaklaşım olarak söz konusu olmaktadır. Üstelik bunun öyle olduğunun "yasal olarak" saptanması zorunluluğu vardır.
Böyle bir sürecin, mağdur olanın bu nedenle ek bir mağduriyetine yol açmakta ve bunun yarattığı psikolojik travma ve sonuçlarıyla da kadın karşı karşıya kalmaktadır.
Çeşitli nedenlerle söz konusu saldırı ya da tecavüzün ortaya konulamayabileceği düşünüldüğünde, sadece söz konusu sürenin sınırlılığı pek çok gerçek anlamda istenmeyen gebeliğin yaşanmasına neden olunmaktadır.
Bun durumda kadınlar bilimsel ve tıbbi olmayan yöntemler kullanılarak düşük yapmaya zorlanmış olmakta, bu da ayrıca ortaya çıkacak ciddi kayıplar ve sağlık sorunları ve yaşamın kaybına kadar varabilecek olumsuzluklar gündeme getirmektedir.
Tüm bunlar bireylerin "Sağlık hizmetin ulaşma ve yararlanma hakkı"nın bu konuda da ortadan kalkmasına, dahası bu konuda da toplumun farklı kesimleri arasında bir eşitsizliğin doğmasına, giderek bir ayrımcılığın söz konusu olmasına kapı açılmış olmaktadır.
Ne yapılmalı?
Üreme yeteneğine sahip tüm bireylere "üreme sağlığı" ile "sağlıklı ve bilinçli gebelik" konularında yasal olarak "evli" olup olmadıklarına bakılmaksızın ve kişilerin mahremiyetleri ihlâl edilmeksizin öncelikle bilgiye ulaşmaları sağlanmalıdır.
Bilgilendirme ve sağlık eğitiminin yeterli etkin bir şekilde ve kişinin gereksinimleri göz önene alınarak verilmesi, bu konuda korunmayı sağlayacak her türlü araç ve gereçle, gereksinilen her türlü hizmetin, tam bir eşitlikle sunulması ayrımsız olarak herkese sağlanmalıdır.
Birinci basamak (temel) sağlık hizmetlerinin ayrımsız bir şekilde herkese, başta üreme ve anne-çocuk sağlığı alanındaki hizmetler olmak üzere tüm boyutlarıyla, ücretsiz ve nitelikli bir şekilde sunulması gereği altına ülke olarak imza konulan ve iç hukuk hükmü sayılan "Birleşmiş Miletler Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar Sözleşmesi"nin de bir gereğidir.
İstenmeyen bir gebelik sürecinden sonra doğan çocukların varlığı ve bunların hem yaşadığı hem de doğurduğu sorunlar aynı zamanda, çocuk haklarıyla ilgili düzenlemelerin ve kabul edilen taahhütlerin gereğinin yerine gelmemesi ya da getirilmemesi demektir. Bu yalnız toplumsal açıdan bir "yük" değil aynı zamanda toplumun geleceğine dair bir olumsuzluktur.
İkinci önemli nokta mevcut yasal düzenlemelerin "hak temelli ve kadına yönelik ayrımcılığı" gerçekten ortadan kaldıracak biçimde yapılmasıdır.
Bir tıbbi işlemin etik olması ve yasallığı onun uygulanacağı bireyin bunu özgür olarak ve kendi iradesiyle yapılmasına bağlıdır. Kadınların medeni durumlarına ve sahip oldukları diğer koşul ve olanaklara bakılmaksızın bedenlerine dair kararlarının öznesi oldukları her düzeyde kabul edilmeli, onların bu yöndeki kararlarına saygı duyulmalı, herhangi bir sınırlandırma ve engellemeye maruz bırakılmamalıdır.
Üçüncü nokta bu alandaki hizmetin bir "kamu hizmeti" olarak görülmesi, bunu yerine getirecek kurumların gereksinen herkes tarafından ulaşılabilecek yaygınlıkta ve eşit bir şekilde, hatta herhangi bir bedel talep edilmeden ve/veya sağlık sigortası kapsamına alınarak sunulmasıdır.
Bu kurumlarda hizmet veren sağlıkçıların da, başta "parasal" düzenlemeler olmak üzere, herhangi bir nedenle söz konusu hizmeti sunmaktan çekinmemeleri için gerekli olan düzenlemelerin yapılması, bunların izlenmesi, gerekli kontrollerin yapılması, hizmete dair verileri toplayarak hizmetin görünmesinin sağlanmasıdır.
Kuşkusuz bunların hepsi "insanı özne sayan ve birbiriyle eşit gören", onun "söz ve karar yetkisini kabul eden" ve her durumda "yaşamı ve sağlığı önceleyen" bir hizmet yaklaşımına bağlıdır.
Bunlardan ne yazık ki henüz mahrumuz! Çünkü ülkemizde en büyük güç önce "iktidarın", sonra da "erkeğin" elindedir. Kadın ise "ikincil" öneme sahip bir varlık ve sıklıkla birer "nesne" durumuna indirgenmiş durumdadır. Sağlığı da yalnızca bir "kâr aracı" sayan ve hizmeti "piyasa koşullarına terk eden" düşünce sahipleri yönetmektedir.
Tüm bunlar "kürtaj" konusunda olduğu gibi pek çok konuda hak ihlâllerine yol açmakta ve sonuç olarak açık ve gizli pek çok "kayıp"lar yaşanmaktadır.
Yine de bu gerçekleri dile getirmek, olumsuzlukları sergilemek ve talepleri her düzeyde yükseltmek gerekiyor.
Değişimin yalnızca kadınların değil, erkeklerin de farkındalığı ve mücadelesiyle gerçekleşeceği unutulmamalıdır. (MS/BB)