Malûm, Türkiye'nin Kürt sorunu, PKK'yle başlayan birden pıtrak gibi bitivermiş bir mesele değil, asırlık bir olgu. Üstelik bu ulusal sorun, yalnızca Türkiye'yi meşgul eden değil, ülkemizin üç sınırdaşını da doğrudan ilgilendiren bir mefhum. İran, Irak, Suriye'de kalabalık Kürt nüfusu bulunuyor.
Bu ülkeler içinde sayısal açıdan en büyük Kürt nüfusuyla Türkiye, memleket nüfusuna göre Kürt yoğunluğu açısından da Irak öne çıkıyor
Yeryüzünde Hindistan ve Sri Lanka'da yaşayan Tamil halkından sonra, nüfusu en kalabalık devletsiz ulus muhtemelen Kürtler.
Aslında bir halkın nüfusunun kalabalık ya da az olması tek başına pek bir şey ifade eden bir veri değil. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) 50 milyon Alman'ın yaşaması Birleşik Devletler için herhangi bir ulusal sorun yaratmamışken; 60 milyonluk Birmanya'da (Burma, Myanmar) üç milyon Karen nüfusu çetin bir ulusal kurtuluş savaşını doğurabilmiş.
Ve biz dünyada Kürt'ün olduğu nereye bakarsak bakalım, orada bir ulusal bilincin ve güçlü bir özgürlük mücadelesi geleneğinin de olduğunu görüyoruz.
Diğer devletlerin kendi ulusal sorunlarına ya da özel olarak Kürt sorunlarına nasıl müdahale ettikleri, çözüm için ne gibi yöntemlere başvurdukları da bize değerli ve ilginç birçok veri sunacaktır, fakat biz bu satırlarda sadece Türkiye'yi ele alacağız.
Kürt halkının reddiyesi
Osmanlı'nın son dönemlerinde tıpkı Türk milliyetçiliği gibi yeni çıkmış ve cılız bir fikrî akım olan Kürt milliyetçiliği başta pek önemsenmedi.
Ümmetçi bir toplum anlayışında henüz çok zayıf olan ve daha çok kültürel tonlar taşıyan bir düşüncenin fazla üzerine gidilmesi de zaten normal olmazdı. Ancak İttihatçıların iktidara yerleşip, saldırgan bir Türkçü-Turancı ideolojiyi keşfedip, benimsemeleriyle Kürtlük mevzuu da yönetenler için problem sınıfına girmiş oldu. Az çok politik formasyonu olan Kürt isyanları da ilk olarak bu dönemde gündemi işgal etmeye başladı.
Kurtuluş Savaşı döneminde Koçgiri İsyanı gibi TBMM karşıtı birkaç irili ufaklı ayaklanma gerçekleşmiş olsa da, Kürdistan'daki çeşitli kesimlerden önderler, Türklerle ortak kader konusunda Erzurum Kongresi'yle ikna oldu.
Ne var ki Kuvay-i Milliye'nin askerî ve siyasî zaferinden sonra cumhuriyetin ilanıyla Mustafa Kemal'in Kürtlere önceden verdiği "iki ulusun birliğine dayanan devlet" sözünü tamamen unutmasıyla Kürt sorunu giderek şiddetlenen ateşli bir hâl aldı.
Kürt halkına lâyık görülen muamelenin salt bir ulusun egemenlik haklarının reddi değil de, koskoca bir halkın diliyle, tarihiyle, kültürüyle, kimliğiyle, özetle her şeyiyle yok sayılması olması ise doğal olarak meselenin ateşini körüklemekten başka bir işe yaramadı.
Kürt halkının reddiyesi aynı zamanda yeni Türk devletine özgü sıradışı bir savaşı da ortaya çıkarıyordu. Türkiye'de devlet öyle bir savunma ve iddia zemini oluşturmuştu ki kendine, bu zemin onu yok saydığı, yani var olmayan bir şeye karşı amansız bir savaş başlatan ilk devlet olarak tarihe geçirdi.
Öyle ya, İspanya Bask yok, Katalan yok; Birleşik Krallık İrlandalı yok, İskoç yok ya da Yunanistan Arnavut, Makedon diye bir şey yok dememişti. Barındırdığı Kürt nüfusu açısından bizdeki egemenlerin devletinin muadilleri olan İran, Suriye ve Irak'ta da bizimkine benzer bir Kürt varlığını inkar gerçekleşmedi. Misal, hiçbiri "Kürdistan" adından bir rahatsızlık duymadı, oysa bizimkilerin ilk işi bu adı yasaklamak oldu. Öyle ki, geçmişte kullanılması son derece doğal olan bu ismi ağza almak sonradan çok geniş kitlelerce bölücülük alameti olarak addedildi.
Tüm bu ret siyasası, Kürt halkını devletin zenginliği çoraklaştırma gayesindeki ceberut elinin zulmüne karşı bir direniş hareketi örmeye itti.
Teşbih yapalım ve Türkiye'yi bir cam olarak ele alalım. Kürtlerin imal edilmeye ve topluma yedirilmeye çalışılan resmî ideolojiyi şiddetle reddi de işte bu camın çatlamasına yol açtı. Cumhuriyet, bu başkaldırı hareketlerine hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yumuşak yaklaşmadı ve sürekli halkın kıyamını şiddetle ezmek için çabaladı.
Kürdistan'da artık kan, ateş, barut kokusundan ve gözyaşından, acı çığlıklarından başka bir şey yoktu. Özellikle Dersim'deki büyük katliamdan sonra Kürtler baskıdan ve vahşetten yılıp sessizliğe gömüldüler. Yani Mustafa Kemal ve İsmet paşalar böylece devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü büyük bedellere rağmen de olsa başarmış oldular.
Fakat bu "başarı", camdaki çatlak daha fazla ilerlemesin diye Cumhuriyet tarafından çatlağın önüne bir çizik çekilmesinden öte bir anlam taşımıyordu. Kemal Paşa bunun farkında mıydı peki? Onu bilemiyoruz.
60'lı yıllara dek hiçbir kıpırdanma gösteremeyen Kürtler, bu yılların özellikle sonlarına doğru kültürel alanda çalışmalar yapan bir avuç cesur aydınla az da olsa nefeslendi.
Büyük baskı ortamına karşın zaman içinde Kürt hareketi, 70'lerin ortasında güçlenmeye başlayan politik bir mücadeleye evrilmeyi başardı.
Çizgi geçildi
1980 öncesinde Kürt milliyetçilerinin Diyarbakır ve Ağrı belediyelerini almaları bu güç kazanmaya iyi birer örnek olsa gerek. Kürt devrimcilerinin Türkiye solundan ayrışması da yine aynı dönemde başlamıştı, özellikle darbe sonrası bu ayrılık derinleşti.
80 sonrası PKK'nin güç kazanması Kürt sorununda artık Türkiye'de başka bir evreye geçildiğini gösteriyordu. 73'te ortaya çıkan ve THKP-C [Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi] sempatizanı az sayıdaki devrimci Kürt gencinin kurduğu UKO'nun (Ulusal Kurtuluş Ordusu. Daha çok Apocular diye bilinirdi. 80 öncesinde hatırı sayılır bir güce sahip değildi) partileşmiş ve etkili bir silahlı kanat ortaya çıkarmış devamı olan PKK'nin mücadele başlatması Mustafa Kemal'in ta 1938'te çatlayan camın çatlağının önüne çektiği çizginin de artık işe yaramadığı anlamına geliyordu.
Camdaki çatlağın önüne çizilen çizgi geçilmiş, çatlak ilerlemeye devam ediyordu artık. Devletse yine şiddet, baskı ve cinayetle bastırma politikalarına sarıldı. Savaş, asker-gerilla ikiliğinden çıkıp doğrudan sivil halka uzandı. Faili meçhuller, köy boşaltma politikaları, inkarın devamı ve ölen on binlerce insanın Kürt halkında yarattığı hissiyatla ve Kürtlerin kendilerine özgü bir siyaset hattı çizip, kendi siyasal iradelerine sahip çıkmalarıyla bahsettiğimiz çatlak büyüdü ve camın tamamen yarılmasına yol açtı.
Artık bu ayrılık ikliminde ve Kürtlerin ve siyasi temsilcilerinin geldiği politik duraktan sonra hâlâ kültürel hakların verilmesiyle bu sorunun çözüleceğini düşünmek -ki devlet bu konuda bugün de isteksiz ve art niyetlidir- fazla iyi niyetlilik olacaktır.
Devlet şiddetine dayalı bir çözüme ise yazının bu son bölümünde hiç girmeyelim. Keza yazı içinde imha siyasetinin devlete eninde sonunda çıkardığı faturayı anlattık.
Kürt sorunu her onurlu ulusun hak ettiği gibi gelişkin bir politik çözüme ihtiyaç duymaktadır. Oslo ve Zana-Erdoğan görüşmeleri de bu politik çözüm ihtiyacı bağlamında ele alınıp değerlendirilmeli.
Bugün ısrarla bir başına kültürel tanınmayla ya da devlet terörüyle sorunun çözüleceğini umanları yattıkları sorunsuz birliktelik uykusundan uyandırmak içinse onlara sadece REM'in "Losing My Religion" (inancımı yitiriyorum) şarkısında söylediği gibi "bu sadece bir rüyaydı" (that was just the dream) diyebiliriz. (İGY/YY)