1999'da belediyeleri ilk mesela aldığımızda insanlar için bir devrim niteliğindeydi, belki de. O kadar farklı bir coşku, o kadar farklı bir enerji olmuştu ki. Orayı hani kendi kazanımları olarak görüyorlardı ve artık o kurumlar bizim düşüncesi gelişiyordu. İnsanlar o dönem temizlikçilere iş çıkmasın diye yere sigara izmariti atmıyorlardı. Kampanyalar başladı bu yönde, belediyeler artık bizim lütfen çöp atmayın gibi kampanyalar gelişiyordu. Ve ciddi bir sahiplenme. O, ikinci dönem daha da pekişti ve artık orayı kendi kurumu olarak görme düşüncesi çok hâkimdir yani burada.
Yukarıdaki alıntı, 30 Mart 2014 tarihinde yapılan son yerel seçimlerde Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) öncülü olan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) kazandığı, ancak 2016’nın son aylarında kayyum atanmış ve eş başkanları dahil onlarca personeli gözaltına alınmış, hapsedilmiş, işlerinden atılmış olan 95 belediyeden birinde çalışmış bir üst düzey yöneticinin sözleri. Bu sözler, 1999 yerel seçimlerine ilk kez Kürt siyasi kimliğini temsilen katılan bir siyasi partinin, Halkın Demokrasi Partisi’nin (HADEP), 37 belediye yönetimini kazandığında Kürtlerin hissiyatını yansıtması açısından da oldukça çarpıcı. Bu tarihten sonra her yerel seçimde kazandığı belediye sayısını artıran Kürt siyasi hareketi, belediye başkanları görevlerinden alınmış ve yerlerine kayyum atanmamış olsaydı, önümüzdeki Mart 2019 seçimlerine katılırken yerel yönetimlerde 20. yılını tamamlıyor olacaktı.
Biz, bu yazıda sık sık gittiğimiz, farklı sürelerde kaldığımız, ancak sonuçta yerli değil ziyaretçi statüsünde bulunduğumuz bir coğrafyadaki belediyecilik deneyimlerinden anladıklarımızı aktarmaya çalışacağız. Kendi gözlemlerimiz, farklı kesimlere mensup kişilerle yaptığımız sohbetler, bir araştırma vesilesiyle yürüttüğümüz derinlemesine görüşmeler bu yazının kaynaklarını teşkil ediyor.
Bir siyasal iktidar olarak belediyeler
Şu an bizim orada 17 yıldır nereye giderseniz gidin referansın belediyeler olmasının bir sebebi budur yani. Biz sadece yerel yönetimler değildik yani. Ya da Türkiye’deki deyimiyle ya da anlamıyla sadece yerel yönetimler [değildik]; biz gerçek anlamda yerel yönetimdik yani.
Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birini, 1990’ların baskı ve zulüm dönemini Olağanüstü Hal (OHAL) şartları altında geçiren Kürt illerinde, Kürt siyasi hareketinin seçim yoluyla yerelin yönetimine gelmesi idari olduğu kadar sembolik bir değer de taşıyordu. Kürtler için belediyeler, siyasal iktidarın tanımlandığı referans noktalarından biriydi ve tam da bu nedenle, belediye yönetimlerinden beklentiler her zaman yüksek oldu. Diğer bir deyişle, Kürt illerindeki belediyelere standart bir Türkiye belediyesinin çok ötesinde bir misyon yüklendi. Bu belediyeler, Kürt kimliğini ve bölgedeki diğer kimlikleri ve kültürleri sahiplenecek ve yaşatacak, aynı zamanda kadın özgürlükçü, yoksul ve emekçilerden yana, ekolojik ve aşağıdan yukarıya demokratik bir örgütlenmeyi hedefleyen bir toplumsallık inşasının önemli bir ayağı oldu.
1999’da belediyelerin HADEP tarafından kazanılmasından 2016’da DBP’li belediye eşbaşkanlarının görevlerinden alınmasına kadar geçen 17 yılda, toplumsal yaşamı bu yaklaşımla dönüştürmek üzere harekete geçen belediyeler eşbaşkanlık ve kadın merkezleri gibi oluşumlarla kadınları ve onların ihtiyaçlarını önceleyen, kültür ve sanat merkezleri, şehir tiyatroları ve konservatuvarları, festivaller ile Kürt dilini, kültürünü ve sanatını merkezine alan, ev sahibi veya ortağı olduğu çalıştay ve konferanslarla bölgesel ekonomiyi canlandırmak için bir yol haritası çıkaran, yerel üretim ile pazarı teşvik eden, sosyal politikalarıyla çocuklardan bağımlılara, yaşlılardan engellilere sosyal ihtiyaçları karşılamayı hedefleyen uygulamaları ile önemli bir deneyim biriktirdiler. Bu girişimlerin bazıları başarılı oldu, bazıları olamadı. Ancak, bu yazıdaki amacımız bu ve benzeri birçok girişimi eleştirel bir açıdan ele almak değil, bu girişimlerin oluşturduğu belediyecilik deneyimini kendi bütünselliği içinde bazı sorun ve açmazlarıyla anlayabilmek.
Görüştüğümüz pek çok kişinin, bir yandan yerel yönetim başarıları konusunda Kürt siyasi hareketine hakkını teslim ederken, diğer yandan 17 yıllık bu deneyimle ilgili yapıcı bir (öz)eleştiri dönemine girmiş olduğunu ve önemli çıkarımlarda bulunduğunu gördük. Belediyelere kayyum atanması ile başlayan son iki senede, geçmişe bakarak “neyi farklı yapılabilirdik?” sorusuna cevap aranıyordu. Biz, bu çıkarımlardan çok şey öğrendik ve dileriz ki aktaracaklarımız, Türkiye’deki bu boğucu siyasi atmosferde alternatif bir siyaset üretme arayışındaki herkese faydalı olur.
Belediyelere bağımlılık
İlk olarak, Kürt siyasi hareketi yerel yönetimlerde deneyim kazandıkça, merkezi devlet yönetiminin pek çok alandaki tekçi yaklaşım ve uygulamalarına karşılık olarak alternatif kurumlar ve pratikler oluşturdu ve bunları kurumsallaştırma yoluna gitti. Örnek vermek gerekirse, kültür ve sanat kurumlarının maddi dayanak olmadan ayakta kalabilmelerinin ne denli zor olduğu bilinir. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de devlet tiyatrolarının kurulma nedeni ideolojik olduğu kadar bu gerçekliğe de dayanır. Ancak Türkiye’de devlet tiyatroları tekçi politikalardan sıyrılamamış, ülkede yaşayan halkların anadillerindeki eserleri veya o halklar tarafından üretilen tarihi ve güncel yapıtları sergilemekten imtina etmiştir.
Bu durumda, kültürlerini korumak ve geliştirmek için Kürtlerin elindeki belki de tek yol yerel yönetimler bünyesinde sanat merkezi, tiyatro ve konservatuvar gibi girişimler aracılığıyla kurumsallaşmak olmuştur. Ne var ki, bir yandan tekçi ulus-devlet ideoloji ve kültürüne karşı bu tarz alternatif kurumsallaşmalar ihmal edilemeyecek derecede önemli bir boşluğu doldururken, diğer yandan belediyeleri bu alanda giderek merkezileşmeye itmiştir. Diğer bir deyişle, kültür ve sanat kurumları örneğinde görüldüğü üzere, pek çok girişim bir vadede belediyelerden bağımsız ayakta durabilecek bir şekilde tasarlanmamıştır.
Türkiye’de pek çok belediye kültür ve sanat, eğitim, ekonomik destek, bakım hizmeti gibi alanlarda yerelde etki yaratan girişimler hayata geçirmekte. Ancak, Kürt illerindeki deneyimlere baktığımızda durum biraz daha farklı. Her an kapanma tehdidi altında olan bu tür girişimlerin belediyelerden bağımsız olarak yapılanmaları, sürdürülebilirliklerini sağlamak açısından da önemli. Kayyım atamaları döneminde yaşandığı gibi, kapatılan belediyelerin bünyesindeki bu oluşumların gerek personel açısından, gerek kaynaklar açısından belediyelere tabi olması, kayyum atanmasıyla beraber bölgede yaşanan yıkıcı domino etkisinden kendilerini koruyamamalarına neden olmuş. Öte yandan, bu tür kurumsallaşmaların belediye bünyesi içinde yaşaması merkezileşme ve bağımlılık ekseninde ilişkiler yumağı oluşturmakta.
Yine, kadın emeğini görünür kılmak üzere hayata geçirilen pek çok önemli projede de benzer sorunlar ortaya çıkmış. Kayyım atanması sürecinde ne tür sıkıntılar yaşadıklarını sorduğumuz bir kadın kooperatifi başkanı, durumu şöyle özetliyor.
Ya biz galiba o kısmı çok iyi göremedik. Ben öyle düşünüyorum. Yani çok iyi yönetemedik o kısmı. Yani bugün eğer çok büyük sıkıntı yaşıyorsak birazcık orayı çok iyi yönetemememizden kaynaklı. Biz tabii kooperatif oluşturup işte burayı büyüttüğümüzde, 15 kadınla çalışmaya başladık ama biz oradaki işleyişlerimizi devam ettirirken, hep belediyelerimizden yardımlarımızı gördük ve biz onları yaparken hani belediyelerin dışında kendimize büyük bir pazar alanı oluşturamadık ya bizim en büyük sıkıntımız oydu, o oldu.
Belediyeler, sundukları çalışma yerleri, üretim araçları, lojistik destek gibi kaynaklarla kadın girişimlerine öncü olmuşlar ve üretimi teşvik etmişler. Hem kurumsal olarak hem de personellerini teşvik ederek kadınların ürettiklerini satın almışlar. Ancak, zamanla kadınların evden iş hayatına geçişini kolaylaştırmak amacıyla sunulan bu kaynaklar, daha çok bir tabiiyet ilişkisine evrilmiş. Durum böyle olunca da, pek çok yan girişim kendi başına ayakta durabilecek ölçüde kurumsallaşamamış. Hatta bazı durumlarda bu girişimler rehavete kapılmış ve belediyelerin verdiği güven, amaçlananın tersine bu kurumları zayıflatmış:
Bu destek sadece kuruluş aşamasında olmalıydı. Kuruluş aşamasında bir şeyleri üretebilme imkânı tanıma açısından olmalı. Ama bu bir süre sonra, nasılsa belediye var biz niye kira verelim ki buraya, nasılsa imkânlar var, belediye nasılsa ürettiklerimizi alacak durumu işin kolayına kaçma ve aslında biraz da köreltme durumunu da beraberinde getiriyor. Aslında destek gibi görünüyor ama uzun vadeye o destek yayıldığı zaman bir rehavete doğru gidiyor o çalışma.
Tüm bunlar düşünüldüğünde ve HDP’nin Aralık 2018’de Mersin’de düzenlediği, tarımsal üretime odaklanan toplantısında çıkan tavsiyeleri gözden geçirdiğimizde, şu madde oldukça dikkatimiz çekiyor: “Kooperatifler/dernekler/birlikler belediyelerden bağımsız olmalıdır” (Madde 24, HDP Tarım Sempozyumu Sonuç Bildirgesi). Her ne kadar, bu cümleyi anlamlandıran “bağımsızlığın” içeriği üzerine tartışmak gerekiyorsa da deneyimlerden sonuçlar çıkarıldığı aşikâr.
Sınıfsal gerilimler
Merkezileşmenin yerelde yarattığı çıkmazlardan bir başkası da Kürt siyasi hareketinin tabandan örgütlenme deneyimiyle yarattığı gerilimler ve çelişkiler. 1999’dan beri, Kürt siyasi hareketi tarafından yönetilen belediyeler, mahalle çalışmaları, anketler, ev ziyaretleri gibi yollarla yoksul kesimin nabzını tutmaya çalışmış, hizmet politikalarını ve kurumlarını alt sınıfın ihtiyaçlarını ve erişebilirliğini düşünerek tasarlamayı amaç edinmiş. Bugüne geldiğimizde, HDP ve DBP’nin bu yöntemleri terk ettiğini söylemek doğru değilse de, kimi projelerin yerelde yoksul kesimlerde yaratabileceği dışlanma hissi üzerine daha fazla kafa yormak gerektiği anlaşılıyor.
Örneğin, aşağıdaki alıntı geçmişte belediyeye bağlı olarak çalışan bir sanatçının sözleri. Son dönemde inşa edilen kültür ve sanat merkezleri hakkındaki düşüncelerini ifade ediyor:
Lüks binalar inşa ediyorsun (...) birilerinin gelip o sanat merkezinde kültürel faaliyet izlemesini istiyorsun. Bu mümkün değil, bu böyle olmuyor. Gelemiyor. Gelmeyi uygun bulmuyor. Kendini oraya yakıştıramıyor. Sınıfsal olarak, çünkü çok farklı pozisyonda kalıyor orayla. Ama sen o sanat evini onun mahallesine kurarsan, o oradaki sanat evini ve sanatını kendine ait hisseder. Şu anda yoksul mahalledeki insanlar sanatı bir boş heves olarak görüyor, yani bu çok da doğal. Ama orada kurarsan, oraya mal edersen, sanatı oradan geliştirebilir oradan çıkış yapabilirsin. Biz bunu yapmadık. Bu anlamda merkezileşme yaşandı yani.
Kürt illerinde bu tarz projelerin gerçekleştirilmesinden kaçınılması gerektiğini söylemeye çalışmıyoruz. Aksine, on yıllar boyunca Türkiye’nin diğer bölgeleriyle karşılaştırıldığında yatırımdan pay alamamış bir bölge için toplumun her kesimine hitap edecek mekânların ve kurumların yaratılması önemli bir ihtiyaç. Ancak “daha modern,” “daha büyük,” “daha lüks ” ve “daha pırıl pırıl” binalar ve kurumlar, ne kadar iyi niyetlerle tasarlanmış olurlarsa olsunlar, toplumun belirli kesimlerinin kendini ait hissedemeyeceği mekânlar oluyor. Uzun yıllar boyunca kültür ve sanat kurumlarıyla çalışmış bir görüşmecinin bu tarz bir girişimle ilgili gözlemleri durumu oldukça açık bir şekilde özetliyor:
Yani bir devlet dairesi gibi olmuştu. Ve görüşemediğim insanlar benim tanıdığım insanlardı yani hani. Belli aşamaları geçtikten sonra onlarla görüşebiliyordum. (...) [Binaya] girdiğimde ise güvenlik vardı. Tabii ki güvenlik sen nereye gidiyorsun falan demiyordu ama vardı sonuçta orada duruyorlardı. X-ray'den geçiyordun. Sonra odalar vardı, belli odalar. Ama o odaların kapısı kapalıydı ve hani doğal olarak oraya girmek için izin istemen gerekiyordu. Müsait olup olmamalarına... Mesela o odada bir kişi varsa ikinci kişi olarak giremiyordun falan filan. Böyle bariz bir fark vardı ve ben orada şeyi hissettim yani, evet, şu an bir akademimiz var. İşte alt katta bir tesisat odamız var, çok iyi makinelerimiz var ama ilişkilerimiz zedelenmiş durumda.
Bu durum, hem bölgede yaşanan sınıfsal kırılmanın bir sonucu hem de bu sınıfsal kırılmayı tekrar üreten etmenlerden biri olarak düşünülebilir. Ancak farklı sınıflar ve bu sınıfların tüketim tercihleri (kültür ve sanat binaları örneğinde de görüldüğü gibi) birbirini dışlamak zorunda değil. Aslolan, kısıtlı bütçe dağılımının hangi kesimlerin lehine yapılacağı.
Bir başka örnek ise, sınıfsal-mekânsal ayrışmayı tetikleyen hızlı konutlaşma. Kürt illerinin 1990’lı yıllarda zorla göç ettirme politikalarıyla azami kentleşme seyrinin ötesinde bir nüfusun akınına uğradığını biliyoruz. Büyük çoğunlukla köylerden gelen bu nüfus ilk yıllarda son derece kötü koşullarda bir yaşam sürmek durumunda kaldıysa da, inşaatlarda çalışarak, mevsimlik işçiliğe giderek zaman içinde belli bir birikimi oluşturup daha iyi konutlara yatırım yapmayı seçti. Aynı zamanda, Kürt illerinde yoksulluk yapısal bir sorun olarak devam etmesine ve derinleşmesine rağmen bölgenin göreli bir gelir artışı yaşadığını da göz ardı edemeyiz. Bu tür gelişmelerin neden olduğu konut talebindeki hızlı artış belediyelerin her zaman yönetmekte zorluk çektiği bir dinamik oluşturmuştur. Daha fazla konut ille de belediyelerin kışkırttığı değil, halktan gelen bir talep baskısının kaçınılmaz sonucu olsa da, konutlaşma alanında belediye uygulamalarının alt gelir gruplarının yaşamını kolaylaştıran ve güzelleştiren tercihler lehine kullanıldığını söylemek zor.
Bürokratikleşme açmazı
Bu bölüme, Gültan Kışanak’ın derlediği ve 2018’ın son aylarında yayımlanan Kürt Siyasetinin Mor Rengi kitabından bir alıntıyla başlayalım. Hem ulusal hem de yerel siyasette uzun yıllara yayılan deneyim sahibi Kışanak (2018, 60) şöyle diyor:
“Belediyelerin imkanları çok, belediyeler yapsın” yaklaşımı bir anlamda haklılık içerse de kendi handikabını da beraberinde getirdi. Her ne kadar “demokratik-ekolojik yerel yönetim” iddiası çerçevesinde bazı değişimler yaşansa da belediyelerdeki “bürokratik” tarz ve “memurlaşma” yerel yönetimlerin hala en büyük handikabıdır.
Bu noktada bir hatırlatma yapmaya gerek var. Yasal mevzuatlar çerçevesinde yetki ve görevleri tanımlanmış yapılar (belediyeler gibi) belirli bürokratik süreçlere tabiler. Diğer bir deyişle, bu tarz kurumlardaki bürokratik ve hantal işleyişlerin tamamen üstesinden gelmek herhangi bir belediye yönetiminin tek başına yapabileceği bir şey değil. Diğer yandan, on yıllar boyunca yaşadıkları sistemin içerisinde sayısız yapısal zorlukla ve haksızlıkla karşılaşan ve bu zorluklara rağmen esnek ve hızlı bir şekilde örgütlenebilen Kürt siyasi partilerinin ve geleneğinin belediyelerde hantal yapıların içine hapsolması da kader değil.
Yani bizim dönemde mesela çalışmaya ilişkin hâkimiyetleri olmadığı için para istemediğin ve bir şeylere zorlamadığın sürece müdahale eden yoktu. Ama bu dönem kıçıkırık bir tane broşür çıkarmak için sen [belediye eş başkanının] üç ayını beklemek zorundasın. Daha zordu. Hani gözlemim o. yani neredeyse matbaaya girmek üzere olan bütün süreçlerini atlatmış bir broşür son dakika [belediye eş başkanı] “ben okumadım,” “ama ben bir bakayım,” falan dediği için beklemiştir. Çalışma yürütülmüştür, eğitim bitmiştir, o hala “ben daha okuyamadım, bir ara okuyayım, siz ondan sonra başlayın,” falan demiştir. Ağırlaşmıştır yani. Bile isteye değil, bilinçli olarak çalışmayı aksatmak için değil, ama…
Kayyum atanmış bir belediye personelinin söylediği bu sözler, âdemi merkeziyetçi bir yapı arayışında olan Kürt siyasetinin mikro alanlarda merkeziyetçi bir pratiğe kaydığını gösteriyor. Hem ilçe hem de büyükşehir belediyelerinde deneyimi bulunan bir diğer belediye personeli ise kendi deneyiminden hareketle bir başka karşılaştırma yapıyor.
[İlçe belediyesinde] enerji vardı ruh vardı, para yoktu. Büyükşehirde para vardı ama enerji ve ruh yoktu. (...) Niye yoktu burada bürokratik işleyiş çok hakimdi, [ilçe belediyesinde] öyle değildi. Bir ekip vardı, bir başkan vardı. O ekip başkanla otururdu, neyi nasıl yapalım diye konuşurdu, karar çıkardı, ertesi gün o karar uygulanırdı. Dolayısıyla her şey daha hızlı ilerlerdi. Yok, büyükşehirde öyle olmadı. Yani anamız ağladı. Yani bir yerden bir bütçe kalemini çıkarıncaya kadar kırk tane duvara çarpıp geri dönüyorduk. Yani işin gerçeği bu. Yani o bürokratik işleyiş, o bürokratik zihniyet çok kötü bir şekilde yerleşmişti aslında büyükşehir belediyesine. (...) Şimdi diyorum ki, keşke [ilçe belediyesindeki] ruh büyükşehirdeki imkânlar bir arada olsaydı çığır açardık.
Belediyelerdeki merkeziyetçi pratiklerin ve bürokratik zihniyetlerin aşılması tabii ki çok zor, ancak imkânsız değil. Karar verme mekanizmalarının belirli kişilerde veya kurullarda toplanmasını bilinçli olarak engelleyecek incelikli politikalarla, alt kademelere yetki devriyle, karar verme mekanizmalarındaki süreçleri kısıtlayarak ve kısaltarak, dijital süreçleri teşvik ederek bu sıkıntılar bir nebze dahi olsa rahatlatılabilir. Bu noktada, belki de asıl kritik mesele, karar verme mekanizmalarının mahallelerden belediyelere, tabandan yukarıya doğru oluşturulması sürecinde, en alttakilerin siyasi tercihlerine duyulan güven. Bu tercihlere güven ise ancak özgür bir siyasi tartışmanın tabana yayılması ile gelişebilir.
Kaybedilenin (yeniden) İnşası
Yaptığımız ziyaretlerde Cizre, Nusaybin, Silopi, Silvan, Suriçi ve Şırnak gibi birçok il ve ilçeyi yıkıp geçen çatışmaların yaşattığı travmayı ve yerel seçimlerde seçilmiş temsilcilerinin yerine atanan kayyumların yaşattığı sıkışmışlık hissini görmemek imkânsızdı. Gördüğümüz başka bir şey de, bölgedeki travma ve sıkışmışlık hissinin ebedi olmadığı idi. Türkiye’de pek çok insan ve politik oluşum günümüzde yaşanan siyasi atmosferi etkin bir muhalefet ve siyaset üretemeden eli kolu bağlıymışçasına izlerken, ölümü ve yıkımı bizzat yaşamış kentlerde bir yandan yaralar sarılırken, diğer yandan da eleştirel bir yaklaşım sürecine girilmişti:
Her şey tekrar düzelecek. Ama o düzelinceye kadar biz neyi yanlış yaptık, tekrar nasıl aynı duruma düşmemeliyiz bunu göreceğiz. Başka bir şey deneyimleyeceğiz yani.
Bugün bölgedeki şehirleri ziyaret ettiğinizde, eski belediye bürokrat ve personeli de dahil, KHK’lerle işlerinden atılmış binlerce insanın vazgeçmeden yeni mekânları ve girişimleri hayata geçirdiğini görüyorsunuz. Bunların bazıları bir apartmanın alt katındaki ufak bir ev yemekleri restoranı veya köşe başındaki kırtasiye gibi her gün uğradığımız, ancak kasanın arkasındaki hikâyeleri fark etmediğimiz günlük mekânlar. Bir kısmı tekrar örgütlenen dernekler, alternatif ekonomik girişimler ve kültür ve sanat kolektifleri. Bunların hepsi, bin bir emekle tekrar kurulan ve sırf varlığıyla dahi ezber bozan oluşumlar. Tüm imkânsızlıklara rağmen yeniden kurulan bu girişimlerden de öğrenilecek çok şey olduğu şüphesiz. Üstelik kaybın boyutlarına rağmen, bugünkü şartları eski zamanların yakın ve içten ilişkilerine benzetenler mevcut. Daha evvel alıntı yaptığımız, kültür ve sanat kurumlarıyla çalışmış görüşmecinin sözlerinden görülebileceği gibi:
Evet, bir sürü imkân kaybettik ama şöyle bir şey oluyor: Eve dönmek gibi bir şey oldu bence yani.
Tabii ki, dozu gittikçe artan otoriter ve merkeziyetçi siyaset pratiğinin Kürtlerin yönetimini kazandığı belediyeler için geçmiş dönemlere göre çok daha zorlayıcı olacağını tahmin etmek güç değil. Ancak tüm bunlara rağmen, Kürt siyasi hareketinin geçtiğimiz 17 yılda belediyelerde edindiği tecrübeler de göz ardı edilemez. Yıkımın tüm boyutlarına rağmen, bu yazıda ancak küçük bir kısmına yer verebildiğimiz insanların umutlarını ve devam etme isteklerini inatla kaybetmemiş olmaları takdire şayan. En önemlisi de, bu süreçten çok daha güçlenerek çıkmak için çalışmaya, inşa etmeye, eleştirmeye ve hataları tekrarlamamaya kararlı insanlar gördük biz. Yazımızı bu kararlılığı ifade eden bir görüşmecimizin sözleri ile sonlandıralım.
Umudumuz yitirmedik. Ben 39 yaşındayım, o kadar çok defa topyekûn kaybedip o kadar çok defa yeniden aldık ki. (...) O kadar çok küllerinden tekrar yeşeriyoruz ki, yani hafızamız güçlü değil, belki de o yüzden bilmiyorum ki yani hani. (...) Yani yeniden, yeniden kaybetsek bile, o kazanılmış siyasi mevziler bizim açımızdan her şey değil. Mesela, belediye çok önemliydi. İlk kaybettiğimizde her şeyi de kaybettiğimiz duygusuna kapıldık (…) Bazen diyordum karton muydu hepsi, çünkü ilmek ilmek işlendi. Ve ama bize kalan, bize kâr kalan, bütün bunları yaparken bizi büyüten, öğrendiklerimiz tecrübelerimiz. Bizden sadece binaları ve teknik malzemeleri alabildiler ama biz çok şey öğrendik. (...) Şimdi bu kadar yıl biriktirdiğimiz deneyimle biz evimizde oturursak ayıp etmiş olmaz mıydık yani birazcık?
(ŞÖ-KAT/HK)
Kaynakça
Halkların Demokratik Partisi (18 Aralık 2018).HDP Tarım Sempozyumu Sonuç Bildirgesi. HDP Tarım Sempozyumu Sonuç Bildirgesi. Erişim Tarihi: 24 Şubat 2019.
Kışanak, Gültan (2018). “Adım Adım Yükselen Kadın Özgürlük Mücadelesi”. Gültan Kışanak, (ed.) Kürt Siyasetinin Mor Rengi, Ankara: Dipnot Yayınları, s. 17-61.
Destek Beyanı: Bu yazıdaki kullanılan alıntılar, National Science Foundation Burs No. 1655094 tarafından desteklenen çalışmayı temel almaktadır.