Beklendiği gibi, Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) yedeğine alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti Kürtler’e yönelik saldırılarını yeni bir düzeye taşımaya başladı.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) binaları basılıyor, Kürt siyasetçiler tutuklanıyor, seçilmiş yerel yöneticiler yerine kayyum atama yasası çıkarılıyor ve istek üzerine hazırlanan düzinelerce dava dosyasıyla HDP milletvekillerinin seçmenini temsil etme imkanı ortadan kaldırılıyor.
Kürt illerinin üzerindeki yıkım dumanları hala havadayken başlatılan bu yeni saldırı kampanyası tüm Türkiye vatandaşlarının tarihsel ve ahlaki bir karar vermesini gerekli kılıyor.
Korku üretmede yetkin bir devlet yapılanmasının pompaladığı korkularla hareket edip geçmişle yüzleşememe sendromunu ve bunun beraberinde getirdiği moral çıkmazı mı sürdüreceğiz; yoksa bu devlet yapısının toplumun özlem ve ideallerinin gerisinde kaldığını görüp gelecek kuşakların daha onurlu yaşayacağı bir ülke için elimizi taşın altına mı koyacağız?
Hangi şık?
İkinci şıkkın seçilmesi için yaşamsal nedenler var. Ama bunun da ötesinde, bu şıkkın seçilmemesi halinde, hesap vermemek için Türkiye’nin geleceğiyle oynayan bir politik blokun suçlarına zımnen veya alenen ortak olma tehlikesi çok yüksek. Bugün bu tehlikeyi atlatmanın tek bir yolu olduğuna inanıyorum: AKP hükümetinin Kürt halkına karşı tezgahladığı saldırıya karşı çıkmak ve bu karşı çıkışı “Kürt halkına dokunma!” talebiyle cisimleştirmek.
12 Eylül darbesinin mağdurlarından ve Türkiye dışında yaşayan birisiyim. Hem eski hem de şu anda yasadığım ülkemde özgürlükçü demokrasiden, emek haklarından, sosyal adaletten ve halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkından yana oldum. Araştırmalarımda toplumun norm ve değerlerini yansıtan kurumsal kalitenin bir ülke için neden önemli olduğunu anlamaya ve anlatmaya calışıyorum. Görebildiğim kadarıyla, bugün “Kürt halkına dokunma!” talebi devlet eliyle yaratılan güvensizlik ortamında zedelenen insani değerlerimizi yeniden canlandırmamızın ve gelecek kuşaklara sürdürülebilir ve adil bir kurumsal yapı devretmemizin en temel güvencesi olacaktır.
Bu sonuca şuradan hareketle varıyorum: Kendilerinden öncekiler gibi, AKP eliti için de en öncelikli konu devlete/otoriteye biattır. Biat edenler, ancak muktedirlerin uygun gördüğü sınırlar ve ifade biçimleri dahilinde “özgür”dür. Muktedirlerin kendi kişisel çıkarlarıyla “milli çıkar” özdeştir. Bu yüzden devlet iktidarıyla kişisel iktidar arasındaki ayırım bulanıktır. İktidar sahipleri yolsuzluk yapabilir, devleti yasadışı odaklarla paylasabilir, ülke içinde Kürt halkına saldırarak ülke dışında da terörist şebekelerle işbirliği yaparak ulusal ve uluslararası hukuku çiğneyebelir; ama sorumlu tutulamaz. Çünkü her şey milli çıkar ve devletin bekası içindir.
Doğrudur, bugün AKP’nin kendi renklerini de katarak sürdürdüğü bu tür bir devlet anlayışının mağdurları yalnızca Kürtler değildir. Ancak Türkiye toplumunun dinamikleri öyle bir aşamadadır ki, bu rejimin en önde gelen mağduru Kürtlerdir ve bu rejimin meşruiyetinin sorgulanmasının tek güvencesi Kürtler’e yönelik saldırı karşısında herkesin “Kürt halkına dokunma!” talebiyle siyasi olarak medeni ahlaki açıdan da cesur bir tutum almasıdır. Böylesi bir tutum, geçmişinden utanmayan ve geleceğe güvenle bakan, insanlık mirasına olumlu katkı yapmanın beraberinde getirdiği bir onurla kendini idame ettiren bir toplum için son şanstır.
Neden şimdi ve neden Kürt halkına dokunma!
Gelecek kuşaklara daha yaşanılır bir Türkiye devretmek isteyen herkesin bu kritik dönemeçte “Kürt halkına dokunma!” talebini haykırması, empati ve dayanışmaya yabancı olmadığını ortaya koyması için güçlü nedenler var.
Birincisi olmayana ergi mantığından kaynaklanıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasına baktığımızda, kilisenin, eski sömürge imprataorluklarının artığı olan devletlerin, faşist diktatörlüklerin, iç savaş travması geçiren toplumların hepsinde geçmişle yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu görürüz. Bu tarihsel veri karşısında, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının siyasi ve kültürel haklarını kabul etmesi için kanlı bir iç savaş faturası ödemesi ne gerekli ne de mantıklıdır.
İkinci neden, Türkiye’deki Kürt sorunu bir güvenlik sorunu değildir. Kürt sorunu siyasal, toplumsal, kültürel bir sorundur ve Kürtler’in onurlu birer toplum bireyi olarak varlıklarını sürdürme sorunudur. Eğer sorun güvenlik sorunu olsaydı Kürtler bu sorunu yaratan silahlı bir haretekete çoktan sırtını döner ve “barış”ın nimetlerinden yararlanmayı seçerdi. Yani Kürt halkının da en az Türkler veya diğer halklar kadar rasyonel olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Şunu da not etmekte yarar var: AKP eliti güvenlik odaklı yaklaşımın hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde başarısız olduğunu bal gibi biliyor. Onların derdi varolan düzeni sorgulayan politik açılımların güç kazanmasıdır; bu açılımların toplumun farklı kesimlerinin destegini kazanabilen güvenilir liderler ortaya çıkarmasıdır. Kürtlere yönelik saldırı bu politik açılımın önünü kesmeye yönelik acımasız bir politikadır. Bu durumda, Kürtlere yönelik saldırıya karşı Türkler “Kürt halkına dokunma!” deyip hem Kürtlerin rasyonelitesini kabul ettiklerini hem de güvenlik söyleminin Türkiye’ye getirdiği zararlara son verilmesini istediklerini dile getirmelidir.
Ücüncü neden, toplumsal, siyasal ve kimlik boyutu olan iç silahlı catışmaların savaşla kıyımla çözüldüğü tek bir ülke örnegi yoktur. Çözüm eninde sonunda müzakereyle gerçekleşmiştir. Çözümün kalıçılıgı da müzakerelerin ne denli ilkeli, adil ve onurlu bir süreç içinde gerçekleştiğine endeksli olmuştur. Bugün “Kürt halkına dokunma!” demek bu tür bir kalıçı çözüm için en önemli ilk adımdır.
Dördüncü neden, Kürt siyasal hareketi kendisinden önce ve cağdaşı olan tüm ulusal kurtuluş hareketlerinden farklı özelliklere sahiptir. İşlevselliği giderek sorgulanan ulus devlet yapısı yerine demokratik özerklikten ve bu özerkliği idame ettirecek bir kurumsal çerçeve içinde Kürtlerin kendilerini ifade etmesinden ve sorunlarını çözmesinden yanadır. Erkek-egemen sistem yerine, kadınların hem aktif politik aktör olduğu hem de kadın kimliğini onurla koruduğu bir sistemden yanadır. Kürt siyasal hareketi devletin tüm inançlara karşı eşit mesafede durduğu bir sekülerizmden ve tüm kimliklerin kendilerini özgürce ifade etmesinden yanadır. Kısacası, Kürt siyasal hareketinin hem Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu siyasi/dini/patriarkal otoriteryenizmden hem de siyasi elitlerimizin on yıllardır yakalamaya çalıştığı “Batı standartlarından” çok daha demokratik ve açık bir politik projesi vardır. Bu yüzden, “Kürt halkına dokunma!” demek insanlığın daha iyiye yönelik özlemlerinin bize yabancı olmadığını göstermek demektir.
Beşinci neden, AKP hükümetinin Kürt düşmanlığına dayalı iç politikası Türkiye’nin dış politikasını maceracı ve mezhepçi yapmıstır. Türkiye bugün Suudi Arabistan ve Katar gibi suç hanesi kabarık rejimlerin ortağıdır ve bu rejimlerle birlikte Suriye’de ve Ortadoğu’da mezhepçi bir odak haline gelmiştir. Bu süreçte terörist gruplara uluslaraarası ve ulusal yasalara aykırı bir şekilde destek sağlamış, bunu eleştirenleri ve açığa çıkaranları hapse atmıştır. Türk dış politikası fırıldağa dönmüş ve bütün toplumu hem ekonomik hem de güvenlik boyutu olan ciddi risklere maruz bırakmıştır. Şimdi yine Kürt düşmanlıği temelinde, AKP hükümeti daha düne kadar bize duşman olarak sunduğu Rusya, Suriye, İsrail gibi güç odaklarına taviz verip Kürtlere karşı elini güçlendirmeye çalışmaktadır. Hem bu riskler nedeniyle hem de Kürtler’in İslam Devleti’ne (IŞİD) ve diğer terörist gruplara karşı elde ettiği kazanımlar nedeniyle, şimdi “Kürt halkına dokunma!” demek AKP rejiminin Türkiye’yi etik açıdan sefil yeni maceralara atması tehlikesine karşı durmak demektir.
Altıncı neden, darbe girişiminden sonra CHP’yi yedeğine alan AKP hükümeti, muhalefet partisinin iktidarın yedek lastiği olduğu bir rejim kurma aşamasına gelmiştir. Kılıçdaroğlu’nun 12 maddelik manifestosu bu tür bir rejimi kabul edilebilir gördüğünün açık bir göstergesidir. Manifestoda belirtilen maddelerin nasıl gerçekleştirileceğiyle ilgili tek bir açıklama olmadığı gibi, manifesto ne yolsuzluklardan ne de Kürt sorunundan bahsetmektedir. Bu manifesto otoriter devlet aklı dışında ufku olmayan bir siyasi liderin ve onun etrafındakilerin sosyal demokrat özlemleri ulusalcı reflekslere kurban etmesi ve kendi seçmenine ihanet etmesi demektir. Bu manifesto aynı zamanda, daha önce dokunulmazlıkların kaldırılmasına ve Suriye’deki Kürtlere yönelik operasyon kararnamsine destek verilmesinde olduğu gibi, otoriter devletçiligin bizi bu noktaya getiren Kürt düsmanlığının bir sonucudur. Şimdi “Kürt halkına dokunma!” demek bu suça ortak olmadığımızı haykırmak demektir.
Sonuç olarak: Bugün Türkiye’de demokrasinin, adaletin ve özgürlüğun geleceği için; savaş yerine barışı yaşamak için; kanlı bir iç savaş sonrasında nedamet getirmek yerine böylesi bir savaşı önlemek için; gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuzu yerine getirmek için; ve temsili demokrasinin anavatanları dahil olmak üzere tüm dünyada insanların nefes alma imkanını giderek azaltan yozlaşmaya karşı Türkiye’den ses vermek için haykırılması gereken basit ama önemli bir talep vardır: Kürt halkına dokunma. (MU/EKN)