Modern siyasi hukuki kavramsallaştırma sürecinin bir aşamasında Thomas Hobbes, laikleşme adına bir dönüşüm olarak, Tanrı'nın yarattığı evrenin ya da kendisine özgü bir hukuki statüye sahip topluluğun organik birliğini anlatan Corpus kavramını, Devlet'i ya da (kavramsallaştırdığı biçimiyle) Leviathan'ı düşünerek, insanların kendi aralarında anlaşarak oluşturduğu Dev'i, Hz. İsa'nın bedeni kuramından türeyen tanrısız bir olarak tanımlar ve Devlet'i mümkün kılar.(1)
Ancak bu tanımlama, feodal düşünceden modern düşünceye geçişin bir simgesi olarak zaman içinde corpus- birey ikilemini ortaya koysa da, siyasi bir iktidar tipi olarak devlet, bu birlemenin gücüne, tek kültürü, tek milleti ve farklılıkları yok eden eşitlikçi bir anlayışla totaliter bir yapıyı yerleştirir ve insanların toplu iradeleriyle mistik tanrısal siyasi corpus'un bünyesinde kendilerini aşan bu güce teslim olmalarını sağlar. (2)
Burada laikleşme adına bir gelişme olarak gerçekleştirilen değişiklik ise, artık Orta Çağ düşüncesinin kırılması olarak adlandırılan ve Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi kabul edilen hükümdar ile Tanrı'nın arasına, Tanrı'nın kendi görüntüsünde yaratılan bireyin girmesi ve modern siyasi Corpus'un yaratıcısı olarak, yaratıcısı olan yöneticilere bu corpus'un (kutsal devletin) idamesi için haklarını devrederek sorumluluklarından feragat ettirilmesidir. (3)
Bu da, modern bireyin, Tanrı yerine, modern siyasal yapının yeni modeli olan mistik corpus dışında hiçbir şekilde vicdani ve etik bir yükümlülüğü kabul etmemesi anlamına gelir.
Bu bağlamda, tanrısal ve politik doğruluk adına modern- mistik corpus'un (devlet'in) gücünü, tekil bireyleri, kutsal devlet etrafında birleştiren egemen; madun edilene her türlü meşru ama yasal olmayan yöntemi reva görür.
İktidar mekanizmasının egemene sağladığı illüzyonun içinde barınan "banallik", ulus-devlet içine gizlenerek, derin yapıda gizlenen kötücüllüğün sıradanlığını da yok sayar.
Kutsal Corpus ve Birey İkilemi
Şırnak'ın Beytülşebab ilçesinde, DTP'li iki meclis üyesinin ölümünden sorumlu olmadıklarını ispat etmek için resmi görevlilerin önünde sıraya dizilerek Kuran'a el bastırılan ve gönüllü olarak yemin etmek zorunda bırakılan insanların yemin töreninin ardında yatan, sorumluluktan kaçma manevrası ise; elbette kutsal corpus'un temsilcilerinin, kendilerini yasa koyucu addederek ve bir anlamda kendi bedenlerini devletleştirerek, resmi söylevlerini eyleme geçirme haklarını da "ulusal yasa" adına meşrulaştırır.
Bu da, bir cinayetten sorumlu olmadıklarını ispat etmek için resmi görevlilerin önünde sıraya dizilerek Kuran'a el bastırılan ve gönüllü olarak yemin etmek zorunda bırakılan insanların, asırlık geleneklerle- askeri modernleşme arasında sıkıştırıldığı konuma işaret eder.
Bir çaresizleştirme yöntemi olarak yasa koyucu egemenin, madun edilenin asırlık geleneklerini itiraf amaçlı bir araca dönüştürmesi ve bu insanların, kendi iradeleriyle "kutsal baba'nın" tabiiyetini kabul etmesi ise, Lacan'cı anlamıyla, simgesel düzeyde de bir boşluğa tekabül eder.
Simgesel düzenin "şiddetsiz" kurucusu olması tasavvur edilen "Babanın- Adı" kavramının muhatabı kutsal devletin ideolojik manevra ustaları, bir Baba figürü olarak gücü tek elde toplayarak hem gerçek hem de mistik/ sembolik devlet baba figürüne dönüşerek, Freud'un "Totem ve Tabu"da ki, "Tanrı-Kral-Baba" öyküsünde anlattığı gibi, Oedipal süreci sağlıklı bir biçimde tamamlamak ve mitik, simgesel Baba'yı ölümsüzlüğe ulaştırmak için oğulları tarafından ortadan kaldırılmak yerine (4) Leviathan benzeri bir Dev'e dönüşür.
Asa&Kılıç ve Leviathan'ın Yasası
Ve bu da, kastre edilmemek için haklılığını -bu örnekte olduğu gibi- Kürt halkının "tekinsiz ötekiliğine" dayandırarak -tanrının ölümüyle onun yerine geçen egemen- insanların; modern Aydınlanma projesinden geride kalan kötülüğünün, iyi vatandaşlık söylemi içinde görünmez kılınmasını sağlar.
Bu noktada ise, gerçek/ simgesel ve kutsal baba artık kral eğil bir diktatördür ve gücü karşısında vesayetini ona devreden "gönüllü" bireyler olan Kürt halkının corpus'un idamesi adına, onun onayıyla tanrısız bir dünyada birer yasal/gönüllü ölüm makinesine dönüşmesine seyirci kalır.
Bu bağlamda, totaliter devlet yapılarında, Cemal Bali Akal'ın belirttiği gibi, "İlke ve Kullanım", Orta Çağ'a özgü "Asa ve Kılıç" bir araya gelir ve Leviathan, Quasimodo'yu alt eder, ve tabii ki asıl kaybeden hep Esmeralda olur. (5)
Bu noktada ise, Hannah Arendt'in sorguladığı ve ideal ulus-devlet modelinin içinde üretilen "vatandaşlık" kavramının içinde barınan sıradan kötülüğünün kaynağı olan; tanrı, baba ve devlet kavramlarını son günlerde birbiri ardına gelen Kürt açılımı analizlerinde gözden kaçan ciddi bir noktaya işaret etmek için yeniden düşünmek gerekir.
Bu da, kutsal devletin ideolojik manevralarıyla cisimleşen kötülüğün kendisinin, çocuğun büyümesinde son derece etkin bir süreç olan Oedipal evrede, rakip olarak gördüğü babanın, kutsal ulus-devletin çatısında "anne imgesinin" kontrolüyle kurulan kutsal devletin derin kötülüğünü sorgulamayı da öngörmesidir.
Ancak bu yazının çerçevesinde, ulus devletler ve "suni olarak üretilen idameci milliyetçilikler" kavramını tartışmak yerine, sadece Şırnak'ta iki DTP'li meclis üyesinin ölümü sonrası yaşanan yemin törenindeki görüntülerin, bugünkü Kürt açılımlarında gözden kaçırıla ciddi bir noktaya işaret etmesi açısından anlamlı olduğunu söylemekle yetinmeyi tercih ederim.
Kuran'a el bastırarak yaptırılan itiraf amaçlı yemin töreninin ardında yatan derin yapının kontrol ettiği Kürt halkının asırlık geleneklerle- askeri modernleşme arasında sıkıştırıldığı konuma şiddetle dikkat çekmek gerek!
Ve tabii ki çözüm önerisi olarak önerilen "yeter ki bu mesele bitsin; köyünüze dönün!" ifadelerinin, günlük siyasetin banal diplomatik söylevleri olmaktan öteye geçmediğini de görmek gerekir ki esas sorun açığa çıksın!
Bir Kusaga Veda!
Ve, Nezihe Araz, Demirtaş Ceyhun ve son olarak Sarkis Çerkesyan'a! Ebedi istirahatlarında huzur içinde yatsınlar. Sizinle bir dönem sona erdi.. Tanıklığınızda yaşanan herşeyin aydınlatılması umuduyla tüm insanlığın başı sağolsun.
Ve elbette, Temmuz ayını geride bırakırken sürgüne mahkum edilen Nazım Hikmet'e selamlarla.. Onun, şiirinde ifade ettiği gibi "Bu hasretler bizim" elbette: bir ağaç gibi tekil ve hür, bir orman gibi kardeşçesine yaşamak" için.
Ve bir defa daha yaz bitmeden sevgili Hrant Dink'e.. Ne çok şey var yazılacak oysa ki, ama insan sadece anmak istiyor özgürce bir ağaç gibi tekil ve hür, insanlık ormanında.
Sorgusuzca, sualsizce insan olmanın hesabını vermeden nefes alırken dostlarını hatırlamak ve anmak istiyor, çünkü sadece insan olduğumuz için hatırlarız, hatırlamak ve anmak insanlığın bir gereğidir. "Yaşadıkları cehennemi cennete çevirmeye talip olan insanlara." (Hrant Dink) (YK/EÖ)
Dipnotlar:
(1) Cemal Bali Akal, "Tanrı Gölgesinde Mistik Siyasi Corpus'u Kurmak", Argos 9, Mayıs 1989, s.79.
(2) Cemal Bali Akal, a.g.e., s. 80.
(3) Cemal Bali Akal, aynı yerde.
(4) Bkz.Özne, Slavoj Zizek, "İdeolojinin Yüce Nesnesi" içinde "Lacan Kavramları Sözlüğü", a.g.e., s. 228. Bu bağlamda,Babanın-Adı kavramı için bkz. 26. dipnot.
(5) Cemal Bali Akal, a.g.e., s. 80. Akal'ın anlatımında bahsettiği Esmeralda ve Quasimodo, Victor Hugo'nun klasikleşmiş romanı "Notre Dame de Paris"in iki ana karakteridir. Esmeralda, yaşama bir çingene olarak doğduğunu zannettiği halde aristokrat bir ailenin kızı olan ve çingenelerin bebekken kaçırarak yerine Quasimodo'yı bıraktığı dansçı bir genç kadındır ve trajik bir biçimde gerçek annesinin sakat olduğu için bir kilise papazına bakması için verdiği Quasimodo tarafından, büyücülükle suçlanarak yakılmak istendiğinde, kurtarılmaya çalışılır. Ancak, kilisenin kambur çancısı Quasimodo'nun tüm çabalarına rağmen, karanlık ruhlu papazın oyunlarıyla öldürülür. Quasimodo ise, papazı öldürmek suçuyla Esmeralda'nın öldürüldüğü çukura atılır ve romanın masalsı havası içinde toza dönüşür. Fransa'nın Krallık döneminde geçen güzel Esmeralda ile yer değiştirildiği çirkin Quasimodo'nun ikizlik teması üzerinden kurulan trajik öyküleri, tüm insanlığa, kutsal kitaplarda anlatılan yaratılış mitinden günümüze kadar gelen insanın evrensel düşüşünü simgeleyecek şekilde Hugo'nun ölümsüz kaleminden armağan kalır ve insan daima, diğer insanın "Leviathan"ın kötücül gücünde simgelenen hırsı yüzünden, kaybetmeye mahkum edilir (Victor Hugo, "Notre Dame'ın Kamburu", İnkılâp Yayınevi: İstanbul, 2008).