Gerçek filozoflar ve devrimcilerin yaptığı gibi; dünyayı yorumlamaya, dahası değiştirmeye çalışan birçok aydın insan bunu uzun bir süredir zaten yapmaktadır. Hekimler de gerek alanları, gerek meslekleri, gerek kendileri, gerekse de örgütlerine ilişkin olarak en azından kendileri ve meslekleri için bu çabaya katkıda bulunmalıdırlar.
Ancak gündelik sorunlarının yoğunluğu, yaşama dair başka öncelikleri tüm hekimlerin bunu yapmasını engellemekte olduğu da bilinmektedir. Gerçekten de çok sınırlı bir hekim kesimi dışında bu tür değerlendirmeler yapılmamakta, yapılanlar da yeterince paylaşılmamaktadır. Bu değerlendirme süreçlerine tüm hekimler katılmak durumundadır. Çünkü değişen durumda ortaya çıkacak sonuçlar tüm hekimleri etkileyecektir. Bu noktada katalizör görevi "politik olan ya da politika yapan hekimlere", örgüt aktivistlerine ve örgüt yöneticilerine düşmektedir.
Açılan bu tartışma bu anlamda kimi düşünce ve değerlendirmelerin paylaşılmasını sağlayacağı için yararlı ve önemlidir.
Dünya, insanlık ve küreselleşme
Her toplumsal sistem, onu içinde yer alan, işleten, yararlanan ve yaşatan toplum bireylerinin ve onlardan oluşan taraf ve kesimlerin gönüllü ya da zorunlu olarak aralarında vardıkları bir uzlaşma ile, içinde oldukları durumları ve koşulları belirler ve tanımlar. Küreselleşme öncesinde de içinde bulunulan toplumsal düzeni oluşturan güçler, sahip oldukları erk ve araçlara göre kendi koşullarını kendi çıkarları için belirlemiş ve tanımlamışlardır. Bu durum ve koşulların unsurları arasında en önemlileri ülke, ulus ve klasik merkezi devlet aygıtıydı. Bunların tümü toplumun üzerinde duracağı "sıfır" noktasını yani hareketin başlangıcını oluşturuyordu. Aşağıda açımlamaya çalıştığımız gibi; bugün "küreselleşme" adıyla adlandırılan döneme gelene kadar bunlar sürekli aşınmış ve değişmeye başlamıştır.
Önceki durumda "Ülke" sınırları çizilmiş bir coğrafyanın içindekilerin/içerdiklerinin toplamıydı. Bu içeriğin en önemli unsuru ise "Ulus"tu ve "Ulus" bir anlaşmayla sınırlanmış bir coğrafya içinde yaşayan birbirinden farklı birey ya da birey topluluklarının farklılıklar yadsınarak oluşturulmuş bir toplamıydı. Bu farklı bireylerin bir arada ve çatışmadan bulunması için gerekli düzenleme aracı da "Devlet" aygıtıydı. Devlet aygıtı aslında tüm unsurlarıyla birlikte egemenlerin kendi çıkarları ve varlıkları için sınırlı bir coğrafyada, sınırlı ve tanımlanmış bir toplumu tahakküm-kontrol altında tutabilmek için kullandıkları önemli bir araç olarak tanımlanmıştı.
19. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 20. Yüzyılın son on yılına kadar tüm ekonomik, sosyal ve politik süreç bu unsurların belirleyici olduğu bir durumun üzerinde yükseliyordu. Ancak nesnel olarak bakılacak olursa "ülke, ulus ve devlet"lerin birbirinden ayrılması, ekonominin ve gelişmenin çarklarından birisi olan ve henüz "küreselleşmemiş" haldeki "sermaye/kapital" sahiplerinin egemenliklerini sürdürmek ve paylaşmak için temel aldıkları sanal/kurmaca bir farklılıktı. Yoksa doğa üzerinde "ülke sınır"larıyla her zaman uyuşan doğal bölünmeler, ulusları birbirlerinde farklı kılan insan soyuna dair nesnel özellikler ve devletleri oluşturan "paylaşım alanı olma" dışında devletler arasında bir fark yoktu.
Ama tüm bu sınırlamalara karşın dünya o zaman da bir küreydi ve ekonomi çarkının başat unsurunun o anki ihtiyaçları dışında, ekonomik-politik durum bugünkü küreselleşmeye egemen olan nesnel koşullardan farklı değildi. Söz ettiğimiz döneme gelindiğinde ekonominin çarkının özü ve doğası gereği giderek büyüdüğü, sermayenin "bir"leştiği ve ekonominin yeni gereksinimlerinin artık bu yapay-sanal belirlemelerin içine sığamadığı anlaşıldı.
Kapitalist sistem için hiçbir ama hiçbir şey vazgeçilmez değildir. Dolayısıyla yoğun sermaye hareketi ve dönüşümünün sağlanması, sermayenin gelişmesi için gerekli olması "sıfır noktasını" oluşturan belirlemeleri yeniden gözden geçirme gereği doğdu.
Bugün artık sermaye/kapitalin gereksinimi ortadan kalktığı için daha önce "sıfır" noktasını oluşturduğunu belirttiğimiz unsurların, bir varlık, bir zemin ve bir düzen- organizasyon olarak anlam, değer ve önemleri yoktur. Çünkü güçler dengesi değişmiştir. Kapital artık egemenlik ve paylaşım alanını başka biçimde tanımlamakta her şeye ve hepsine birden tek başına egemen olmak istemektedir. Bugünkü durumda paylaşım ülke, ulus ve devlet sınırları ile değil, sermayenin maksimum kârı elde ettiği "alan"larla sınırlı olmak, daha doğrusu sınırsız olmak durumdadır. Bu alanlar ise coğrafya olarak tüm dünyayı ve birey olarak da tüm insanlığı kapsamaktadır.
Dolayısıyla artık egemenliğini sürdürmek için kapitalin gereksindiği başka araçlar ortaya çıkmış ve (giderek daha iyi şekilde) örgütlenmektedir.
Bu araçlar:
* Egemenliğini sürdürmek için gerekli olan baskı ve tahakküm aygıtı olarak şiddeti daha hızlı, yaygın ve etkin biçimde uygulayacak olan, her coğrafya da çalışabilecek nitelikte, bireysel özelliklerinden arındırılarak "tektip"leştirilmiş, "terminator=ölüm makinesi" gibi çalışacak olan ve her koşulda egemene ve onun sistemine tâbi olmayı kabul etmiş olan ücretli profesyonellerden oluşan " sınırsız polis "tir. (Bu güç şu anda gösterildiği gibi ülkeler ötesi bir "Ordu" değildir Çünkü "ordu" kavramı ulus ve ülke düşüncesini anımsatmakta, bazı farklılıkları ve öncelikleri içinde barındırma potansiyelini taşımaktadır. )
* İkinci temel unsur; tüm insanları etkileyerek, gereksinimi, gereksinileni belirleyen, sunulanı kabul etmeyi sağlayan, gerektiğinde olmayanı varmış gibi gösterebilen, bunların talep edilmesi için yönlendiren ve ortaya çıkan sonuçları yayan, kayıtsız koşulsuz sistemi savunan, seçenek olabilecek olanın üzerine kendiliğinden giderek, onu yok edebilen, yasama ve yargının yerine geçebilen, " bağımsız olmayan merkezileşmiş medya "dır.
* Üçüncü unsur ise bireylerin ve onlardan oluşan grupların "erk" sahibi oldukları sanısını yaratacak, aynı zamanda baskıya gerek duyulmadan kendi içinde bir uyum halinde bir arada tutmalarını sağlayacak olan, birbirleriyle eklemlenmiş, birinin varlığı diğerininkine bağlı, giderek çoğalan, ilişkileri giriftleşerek sistemi sağlamlaştıran, " sivil örgütler/şirketler "dir.
Tüm bu araçların oluşması ve işlemesi için gerekli olan " sınırsız dolaşım gücüne sahip tek tipleşmiş para ve kaynak "tır. Bu kaynak birikimi ve ekonominin yeniden üretimi doğrudan sağlayacak bir"Sermaye" değildir. Bu kaynak ya da para bir anlamda sistemin oluşturulması, korunması ve sürdürülmesi için gerekli olan " sefer zayiatı "(ing:waste/pollution) niteliğinde bir paradır. Bununla ilgili iki önemli nokta da; para/kaynağın tek merkezden kontrol edilmesi ve dağıtılması ile onu kullanan ya/ya da onun kullanılacağı bireylerden sağlanmasının temel alınmasıdır.
Bu iki özellik onun olabildiğince ekonomik sermayeden ayrılmasını da sağlayacaktır. Bu nedenle sistemin ana unsuru sermaye dışında üreyen ya da herhangi bir yolla ekonomi dışına sürülen bir "kara para" kavramı oluşturulmuş ve bu amaçla kullanılmaktadır. Bu parayla söz konusu "polis"in gereksinimleri, "medya"nın sürekli beslenmesi ve "sivil toplum örgütlerinin" oluşturulması, işletilmesi ve geliştirilmesi "proje" adı altında ve kontrollü bir şekilde sağlanmaktadır. Bu sonuncu unsur aynı zamanda geleceğin planlamasında yardımcı olacak bir "laboratuar" işlevi de görecektir.
Bu durum ve koşullar altında kapital sahiplerinin belirlediği yeni sistem ve onun varlığı için sömürülenler de yeni bir " başlangıç " ya da " sıfır " noktası tanımlanmalıdır. Bu sermayenin küreselleşmesinin karşısında durabilecek ve insanlık tarihinin ileriye doğru gelişmesini sürdürecek olan "emeğin küreselleşmesi"dir.
Bulunulan noktada "ülke"lerin dünyanın bir parçası ve onun içindeki farklı bölgelerin toplamı olduğu aslında böyle sanal bir ayrımın sömürülen ve üzerinde yaşayanlar açısında için anlamı olmadığı kabul edilmelidir.
Aslında "Ulus"lar da yoktur ve "insanlık" farklı "tür" ve "etnik" kökenlerden gelen insan gruplarının bir toplamıdır. Bireyler açısından da son kertede "Ulus" adı altında böyle sanal bir farklılığın yaratılmasının anlam ve önemi yoktur. Bazı zorlamalar dışında da aslında hiç olmamış, en olduğu zamanlarda ya egemenlerin ait olduğu "tür" ya da "etnik" grup ulusu tarif etmiş ve diğerleri onu ya zımnen kabul etmişler ya da kabul etmiş görünmüşlerdir. Bugünkü durumda yaptığımız bu saptama "etnik gruplar" ötesinde insanlığın artık "yurttaş" ya da "vatandaş" değil "dünyalı" olduğunun gündelik yaşama egemen olması anlamına gelecektir.
Özü ve işlevi gereği; bireylerin örgütlenmesi için gerekli olan "model" sanki bir uzlaşma ile oluşturulmuş gibi sunulan "devlet" aygıtı da değildir ve olamaz. Çünkü çok hantaldır ve her koşulda tümüyle kontrol altında tutulamayışı bazı sorunlar yaratmakta, ayrıca işlemesi için çok fazla kaynak ayırmak gerekmektedir. Tam da bu noktada eskiden beri sol düşünceyi benimseyen, özellikle alanımızdaki insanların; "tartışmasız" savunduğu "devletçilik" düşüncesi artık değişmek durumundadır.
Bireylerin çıkarına uygun örgütlenmeler eskiden beri üretim/tüketim sürecindeki konumlarına göre şekillenmiştir ve böyle olmayı da sürdürecektir. Ekonomik üretim sürecine kapitale sahip olan kesimlerin dışında düşünsel ya da kol emeğiyle katılarak ya da mevcut üretimi tüketerek sömürülen olarak katılanlar kendi ve kendileriyle benzer durumda olanların çıkarları doğrultusunda oluşturulan emek örgütlenmelerinde örgütlenmek durumundadırlar. Bunlar öncelikle sendikalar, birlikler ve kooperatiflerdir.
Örgütlenme ve demokrasi
Her birey bireysel erkini iktidar kıldıkça varolur ve varoluşunu sürdürür. İnsanlığın başlangıcından beri bu böyledir. Toplumsal örgütleniş biçimlerinde de bu erk kişisel yaşamla toplumsal yaşam arasında, kendisiyle toplumun egemeni arasında şu ya da bu oranda paylaşılır. Toplam erk genellikle değişmemektedir. Toplum yaşamında da toplumu yöneten ya da egemen olanların yönetim erki aslında onu yaratanlarla üzerinde egemen olduklarının ona sağladıkları erklerin toplamıdır.
Durum kendi içinde özel bir toplum birimi oluşturan "Örgüt"ler açısından da benzerdir. Her örgütlenme aslında de onu oluşturan ya da içinde yer alanların bireysel erklerinin ortak amaçlar ya da çıkarlar doğrultusundaki düzenlenişidir. Bu bazen onu oluşturanların kararı ve gücüyle, bazen de onun dışındaki genel düzenin bir belirlemesi ve zorlamasıyla gerçekleşir. İkinci durumda erk bir yandan genel yönetim erkinin bir bölümüne sahipken, diğer yandan onun oluşmasına da katkıda bulunur. Bu anlamıyla örgütlülük bireysel ve grupsal erklerin iktidarlarının bir üst organizasyonu ve en üstte duran "devlet"i de oluşturan bir yapıtaşıdır. Burada örgütün devlete ya da iktidara muhalif olmasının bir anlam ve değeri yoktur. Onun koyduğu sınırlar içinde ve onun kurallarına tabi olarak varlığını sürdürmesi olgusu nesnel olarak onun "devlet"in bir yapıtaşı olması sonucunu doğurmaktadır.
Her örgütlenme aslında bir politik duruş ve tutumun şekillenmesidir. Dolayısıyla birden fazla insanın birlikte eylemesinin söz konusu olduğu ya da bir erkin kullanıldığı her yerde bir temel "politika" vardır ve hep belirleyendir.
Örgütlenmek daima bir bedel ödemeyi gerektirir. Bedel aynı zamanda "erk"in bir başka biçimde dışa vurumudur. Bu bedeli ödeyenler çoğaldıkça erk dolayısıyla iktidar büyür ve genişler ve bunun sonucunda da birey başına ödenen bedel küçülür. Her örgüt; içindeki her üye ve unsurun, kendi sorunu ya da gereksinimi için benzer durumdakilerin erklerini kendisi kullanabildiği oranda örgüt olur. Kurumlar ya da örgütler kendiliklerinden iktidar olamazlar, ancak erklerini kullandıkları oranda ve bu kullanım alanında iktidar olurlar. Hiçbir erk ne kadar güçlü olursa olsun etkileyemediği bir alanda egemenlik kuramaz.
Sonuç olarak her iktidarın bir erkin iktidarı olduğu söylenebilir. Bunu erkin miktarı, içeriği ve kapsamı belirler ve onunla sınırlıdır. Ancak "erk"in büyüklüğü için hiçbir zaman matematik anlamda bir toplama belirleyici olamaz. Sanıldığının tersine, genel toplumsal örgütlenmede ona verilen ya da bazen de vehmedilen gücüne göre, mevcut duruma ve içinde bulunulan koşullara bağlı olarak daha az veya daha çoktur. Bu güç dönüşüm ve devrim dönemlerinde genellikle matematik toplamdan daha çokken, olanı muhafaza ve koruma dönemlerinde yine genellikle matematik toplamdan daha azdır. Çünkü ilkinde diğer erk sahiplerinin yarattığı bir "rüzgar" ya da "gidiş"in olumlu etkisi varken, ikincide paylaşım sorunlarından kaynaklanan iç sürtünmeler nedeniyle güçten bir kayıp söz konusudur.
Her örgüt bir değişimi ve müdahaleyi sağladığı oranda içinde bulunan ve onu oluşturanların gereksinimini karşılar. Örgüt üyelerinin gereksinimi sürdüğü ve gereksinimleri karşıladığı oranda; içinde yer alanların bilinçlerinde / kafalarında (düşünsel düzlemde) varolduğu sürece vardır. Bu varoluş varlığını her mekan ve yapı içinde olgusal olarak sürdürebilir. Dolayısıyla bir örgüt; mekansal ve kurumsal bir düzenlenişten daima daha fazla bir şeydir. Bazı durum ve koşullarda mekansal ve kurumsal düzenleniş örgüt olmak için gerekli bile olmayabilir. Küreselleşme ortamında süreç çok hızlı geliştiği için örgütlerin kendi iç düzenlerine ilişkin kuralların konulması ve korunması erkin bir bölümünün harcanmasını gerektireceğinden göz ardı edilebilir. Bu anlamda toplu duruş için bir anlamda "anarşik" bir örgütlenme modeli, tıpkı şirketlerin bir arada durduğu gibi gerekli olabilir.
Her düzenleniş mükemmelleştikçe durağanlaşır, durağanlaştıkça yaşamdan uzaklaşır ve erkini dolayısıyla da iktidarını yitirir. Bu örgütler için de geçerlidir. Hiçbir birey inanmadığı kabul etmediği bir düşünce çevresinde örgütlenmez ve erkini kullanmaz, dayatmacılık söz konusu olmamalıdır.
Mevcut durumda her örgütlenmede erk onu yaratanların erki olduğunda onu oluşturanları ve yaratanları geliştirici ve ilerletici, egemen olanların erki olduğunda onlara tahakküm edici, muhafazakar ve gericidir Bugün örgütleri mekana ve kurumsal düzenlenişe sıkıştırmak isteyenler dünün genellikle "örgütçü"leridir. Oysa bugün örgütler içinde bulunan unsurların bulunduğu her yerde varolmak durumundadırlar. Geliştirici ve ilerletici olan, sisteme karşı koymayı sağlayacak olan budur. Getirisi ödenilen bedelden küçük olan örgütler işlevlerini, örgüt merkezlerine sıkışarak belirli gereksinimleri yerine getirmek için varlıklarını sürdürür durumdadırlar. Etkileri onun içinde yer alanların erkleriyle sınırlı olduğundan, toplu duruşa zaman zaman "kurumsal" katkıda bulunsalar da aslında önemli bir rolleri olmayacaktır. Erki yeterli olmadığı için "iktidar" olmayan örgütler, sadece onu sürdüren ve elinde tutan yöneticilerinin gereksinimlerini karşılayan yapılardır. Onların erkleri de alanlarına "iktidar" olmayı sağlamaz, dolayısıyla genellikle "sanal"dırlar, ya da "örgüt" oldukları varsayılır ya da "vehmedilir".
Örgütlerin işlerliklerinde de benimsenmesi gereken işlerlik de bu nedenle yeniden tanımlanmalıdır. Bu noktada geçerli olan ve benimsenen model olan "demokrasi" de yeniden tanımlanmalı ve "çoğunluğun iktidarı ve egemenliği" olarak değil, "her düşüncenin kendisini ifadesi ve örgütlenmesine" olanak tanınması şeklinde olmalıdır. Çünkü eski durum sürdükçe örgütü oluşturanlar, örgütü yönetenlerin tahakkümlerinin aracı durumundadır. Gelişen, yükselen ve etkin örgütler tabanı geniş olan ve toplu erkini ve yetkisini tabanına devreden, katılımcılığı en üst noktaya çıkaran yapılardır.Yeni başlangıç noktasında örgütsel demokrasi ortak erkin uzlaşılan konularda egemen kılınması ve örgüt içindeki tüm unsurların çıkarı için gerekli olan ortak eylemliliklerle yaşama müdahale edilmesidir.
Örgütün mekan ve düzenden bağımsız varlığı üyenin temsilini değil aracısız varlığını gerekli kılar. Bu gerekirlik düzene içkin özel konumlanmaları ve bundan kaynaklanan kimi olanakları reddetmeli ve dışlamalıdır. Ortak eylemlilikler uzlaşanların ancak uzlaştıkları noktalarda ve uzlaştıklarına denk oranda erk kullandıklarında gerçekleşir. Böylelikle gerçekleşen her eylem, tutum ve davranış da örgütlü ya da örgütün eylemi, tutumu ya da davranışı olarak varolacaktır. Benzer ya da aynı durumdaki herkesin "tüm"ü oluşturduğu, "tüm"ün erk ve egemenliğini kullanabildiği yeni bir örgütlenme modeli ve örgütlülük gereklidir.
Tıp mesleği, hekimlik ve meslek odası
Tıp mesleğinin bilimsel temelleriyle hekimliğin evrensel kural ve ilkeleri de içinde bulunduğumuz dönemde tümüyle yeniden oluşmaktadır. Tıbbın geniş toplum kesimlerine uzak ve "bilinemez/anlaşılamaz" yanları, bilginin büyüyüp genişlemesine karşın azalmakta, iletişim olanaklarıyla hızla yayılmaktadır. Tıp mesleğinin de "tanrısal" bir boyutu olmadığı, bir anlamda diğer benzerleri gibi bir teknik iş olduğu giderek daha çok benimsenmektedir. Hekimliğin bu teknik bilgiyi insanın duygusal düşünsel varlığını gözeterek uyguladığı, insana yaklaştığı, sağlıklı ya da hasta insanla kendisine gereksinim duyulduğu, bilgi, beceri ve deneyimini kullanacağı süreçte işbirliğini benimsediği oranda kabul edilebilirliğinin arttığı gözlenmektedir. Ama bir yandan da aynı hekim hızla gelişmekte olan tıp teknolojisi sarmalının içine kapılarak "insan üreten ve onu sürekli üretir halde tutan" bir fabrikada çalışan bir usta başı, hatta eğitilmiş bir işçiden farkı olmadığı ortaya çıkmaktadır. İşte hekimlerin giderek bu "özel işçi"ye yaklaşma olgusu onun küresel şekillenmedeki duruş ve konumunu da belirlemektedir.
Günümüzde hekimlerin "işçileşmesi" diğer emekçiler ve sömürülenlerle çıkarlarının birbirine yaklaşması bu nedenledir. Hekimler kendi içinde bilgiyi üreten, öğreten ve uygulayan, hatta uygulama "işlikleri"(hastane-sağlık kuruluşu)ne sahip olan olarak farklı görevler üstlenseler de bu görevler ne olursa olsun nesnel olarak bu böyledir. Çünkü bu süreçte emek egemen değildir ve eğer herhangi bir özel girişim ya da sermaye küresel sermayeye eklemlenmemişse konumu "sömürülen" tarafta ya da o tarafla uzlaşmak durumundadır.
Dolayısıyla bu saptamalar doğrultusunda ve günümüzde; hekimlerin öznel olarak dünyaya bakış ve yorumlamaları ne olursa olsun nesnel olarak hekimlerin mesleki birlikteliği tümünün aynı özel meslek örgütünde örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu noktada süreç yalnız hekimlerin kendilerine ilişkin durumlarından değil, ama bu mesleği uygulayabilmek için uymak zorunda oldukları kuralların aynı olması gerektiği için de böyledir. Bu kurallar ise bir yanda geleneksel öğreti ve uygulamanın ışığında ve yaşanılan durum ve koşullardaki nesnellilikten doğmakta ve bu mesleği uygulayan herkesi bağlamaktadır.
Hekimlerin meslek örgütü bizim ülkemizde; asıl olarak hizmetin gereksindiği bilgi ve uygulamanın düzenlenmesi ve denetimi için oluşturulmuş bir örgüt olması yanında; hizmeti alan topluma verilen hekimlik hizmeti, hekimlerin hak, ödev ve sorumlulukları, hekimlik mesleğinin değerlerinin muhafaza edilmesiyle ilgili görevleri de olan bir yapılanmadır.
Tabip odaları dün de bugün de yasası ve kuruluşu gereği devlet organizasyonuna eklemlenmiş yarı resmi bir örgütlenmelerdir. Devletin tüm işlev ve görevleri bitene kadar devlet düzenlenişinin gerekliliğine yönelik işlevleri vardır. Diğer yandan devlet aygıtıyla ilgili olarak yukarıda belirttiğim genel gelişmenin bir sonucu olarak meslek örgütleri daha önce devletin yerine getirdiği kimi görevleri daha fazla üstlenir ve yerine getirir olma, bu doğrultuda da aynı saptama uyarınca " şirketleşme ya da sivil toplum örgütü" olma doğrultusunda zorlamalara maruz kalacaktır.
Ülkemizdeki demokrasiyle ilgili sorunlar nedeniyle geçmişte tabip odaları ve üst örgütlenmesi her örgüt gibi demokrasinin varolmasıyla ilgili görevleri de üstlenmek zorunda kalmıştır. Bu durum onu sistem içinde olmasına karşın sisteme muhalif bir yapı haline getirmiş ve örgüt içinde de devlete karşı bir meslek grubunun özerk ve bağımsız erk kullanma isteği doğrultusundaki işlevleri arasında bir çatışma yaşanmaya başlamıştır. Bu çatışma mesleğin uygulayıcılarının eğitim süreçlerindeki bazı kazanımları ve birikimleri sonucu "aydın" olma niteliklerinin de bir sonucu ortaya çıkmıştır. Ama muhalefet dozu arttığı oranda da sistemin erkinden yararlanma payı azalmış kendini benimseyen unsurların erkleriyle, aynı tarafta tavır koyanların erklerinin etkisini kullanır, ama her halükârda iktidar ve belirleyen olma gücü azalır olmuştur.
Şu ana kadar ve mevcut durumda odalar bu iki tarafın "egemen" ve "erk"lerine göre şekillenen duruşlarına bağlı olarak, işlevlerini ya devletin yanında onun bir kuruluşu gibi ya da daha çok demokrasi talebinde olan "aydın"ların istemleri doğrultusunda bir mücadele düzlemi olarak sürdürmektedirler.
Her iki durumda da tabip odaları üyelerinin örgütleri ol(a)mamaktadırlar. Nesnel olarak meslek örgütleri ya devletin bir kurumu ya da demokrasi mücadelenin bir cephesi olarak "ikame" örgütleri olarak işlevlerini sürdürmektedir.
Tabip odalarının erki bu iki taraftan birinin üstünlüğüyle sürdüğü oranda örgütsel olarak varlığı, devletin ortadan kalkmasına koşut olarak ortadan kalkacak ve başka yapılara dönüşecektir. Bu dönüşüm öncesinde yalnız ülke ve ulus sınırları içinde değil küresel dünyada kendi gibi olanlarla birlikte olma ihtiyacı belirleyici olacaktır. Bu sürecin şimdikinden daha sıkıntılı olarak yaşanacağı bir kehanet sayılmamalıdır. Uyum ve benzer hale gelmeyi zorlaştıran kendimize ilişkin sorunlar bir yana konulsa bile küresel saflaşmadaki duruşa ve küresel egemenlerle olan ilişkiye bağlı olarak bu örgütlenmede de ciddi iç sorunlar yaşanacak, sonuçta başlangıçta yaptığımız önerme doğrultusunda meslek örgüt ve birlikleri yeni niteliklere kavuşacaktır.
Sonuç ve yeni başlangıç
İçinde bulunduğumuz bu noktada tabip odalarının "ikame" örgütler olarak varlıklarını sürdürmeleri olanaksız denecek kadar zordur. Çünkü devletin işlevi sona ermekte ve başka bir şeye dönüşmektedir.
Doğa boşluk kabul etmeyeceği için, yukarıda belirttiğimiz gibi tabip odaları ya devletin yeni biçimi olan "sivil örgüt/şirketleri" olacaktır. Ya da demokrasi ve emeğin örgütlenmesi için belirli farklı olanakları olan "sömürülen"lerin örgütlerine dönüşen meslek odası olarak varlığını sürdürecektir. Bugün meslek örgütü var olacaksa içinde yer alan üyelerinin herhangi bir gereksinimine yanıt olduğu oranda varlığını sürdürecektir.
Bu ihtiyaç üretim/tüketim sürecindeki konumlanmaya göre belirlenecektir. "Sivil örgüt/şirket" konumundaki oda kazancını muhafaza / maksimize eden örgüt olarak bir kesim hekimin gereksinimi olarak varolurken, "sömürülenlerin örgütü" olan tabip odası başta tıp dışı egemenler olmak üzere tüm egemenlere karşı işlevlerini yerine getirmek üzere varolacaktır.
Sonuç olarak meslek odasının yönetsel toplu erki her üyesinin en üst unsur kadar dolaysız kullanabileceği bir biçime ulaşmalıdır. Örgütün unsurlarını bir arada tutan harcın yoğrulma biçimi üst erkin belirleyiciliğinde ya da temsili demokrasiden "doğrudan demokrasi"ye evrilmelidir. Çoğunluğun egemenliğinden herkesin kendini var ve ifade edebildiği bir örgütlülük sağlanmalıdır.
Böyle bir yapılaşmanın sağlandığı meslek örgütü;
* İnsanı ve onlardan oluşan toplumu bir arada düşünmek kaydıyla; insanın sağlık gereksinim ve sorunlarına onun kendi erk ve egemenliğini sorunun çözümü için gerekli erk ve egemenliğe kattığı bir hizmet ilişkisi içinde var edebilecek bir düşünceye sahip olmalı, hizmetin buna göre örgütlemesini savunmalıdır.
* Hizmeti verenlerin hizmetlerini vermelerini kolaylaştıracak ve geliştirecek olanakların varolmasını, bulundurulmasını ve korunmasını sağlayacak; ve bunu engelleyecek her türlü koşul ve durumu ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadele bakış açısıyla donatılmış olmalıdır.
* Hekimlik mesleğini ve uygulamasını koruyacak, geliştirecek, kontrol edecek ve herhangi bir biçimde ortadan kaldırılmasına engel olmayı hedeflemelidir.
* Yine meslek örgütleri tüm bu süreçleri tüm dünya ve tüm insanlık ölçeğinde yani "küresel" olarak düşünmelidir. Süreci olumsuz etkileyecek durum ve koşulları, onları yaşayan diğer bağlaşıklarıyla bir arada karşı duracak bir bakış açısını yeğlemeli ve uygulamada da böyle davranmalıdır.
* Sömürüye karşı saflaşmada; "sömürü" olgusu "insan"ı ve "insanın sağlıklılığını olumsuz etkilediği" için ortadan kaldıracak şekilde tutum alınmalıdır. Bunlar aynı zamanda örgütün işlev ve görevleriyle, ana uğraş ve çalışma alanlarını oluşturmaktadır. Her özgül alana ve işlerin belirlenen önceliklerine göre şekillendirilmiş programlar gecikmeden ve en geniş şekilde tartışılarak ortaya konulmalı, bu tartışmaya örgütün tüm unsurları etkileşim içinde olduğu kesimler ve bağlaşıkları, hatta aynı tarafta duran tüm toplum kesimleri katılmalıdır. (MS/EK)