Küreselleşme ve bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizle birlikte göç, göçmen, ulus devlet, özel/kamusal alan kavramları da değişmekte ve yeni yeni anlamlar kazanmaktadır. Her geçen gün bilgi, insan ve para akışının hızlanmasıyla, göç kavramı sadece bir yerden bir yere göç eden insanları değil aynı zamanda da, göç eden ve etmeyen insanları birbirine bağlayan alanı da temsil etmeye başlamıştır.
Bu yüzden de uluslaraşırılaşma kavramı göç kavramı yerine sıkça kullanılırken ve göç nosyonu kültürel, ekonomik ve sosyal anlamlar kazanmıştır. Uluslaraşırı düzlemin kendisi bir ‘arada kalmışlığa’ işaret eder ve burada uluslaraşırı düzlem için kullanılan “sosyal alan” ibaresi de bu ‘arada kalmış’ düzlem içerisinde nasıl farklı aktörlerin iktidar merkezleri olarak ortaya çıktığını gösterir. (Schiller, Basch ve Blanc-Szanton 1999)
Küreselleşen cinsiyet rejimleri ve ekonomik kriz
Burada önemli olan, bu sosyal alan içersinde cinsiyet rejimlerinin aktörler arasında oynanan güç oyununda çok mühim bileşenlerden bir tanesini teşkil etmesidir. Kadın ve erkek arasındaki sözde geleneksel olarak kabul edilebilecek cinsiyet rolleri değişirken, kamusal alanın kendisinin de tanımları değişmekte, ekonomik dengesizliğin ve küresel eşitsizliklerin de etkisiyle, özel alan da yeni yeni anlamlar kazanmaktadır.
Bugün tanığı olduğumuz ekonomik krizin kendisi temellerini çok daha eskilerden alırken, Çağlar Keyder (2008) de tam bu noktaya şu şekilde değinmektedir: “Şu anda yaşadığımız kriz aslında daha uzun dönemli bir kriz döneminin son aşaması. 1980’lerden beri küreselleşme çerçevesinde dünya kapitalizmi dengesiz bir şekilde gelişiyor ve gelir dağılımı bozuluyor.” Burada sorulması gereken, küreselleşmenin bir uzantısı olarak görülebilecek olan ekonomik krizin sosyal/özel alan arasındaki belirsizliği ve genel olarak küresel olarak ‘cinsiyetleşmiş fakirlilk rejimlerini’ nasıl etkileyeceğidir?
Uluslaraşırı düzlemde kadın göçmenler
1980’lerden beri artan küreselleşme temayülleri, kadınların uluslaraşırı alan içerisindeki varlığını artırmış ve kadınlar burada kazanç sağlama kaynakları haline dönüştürülmüştür. Kadın bedeni üzerinden yürütülen sömürü artarken, beden üzerinden iktidar sahibi olan devletlerin de tahakkümü artmaktadır. Kadınlar üzerinden yürütülen güç oyunları göç veren ve göç alan ülkeler arasındaki karşılıklı ilişkiye değil, fakirleşmekte olan ülkeler üzerinden işleyen sömürü politikalarına dayanmaktadır.
Burada kadınlar üzerinden elde edilen gelir, sadece kendi ailelerinin kurtuluşunu değil, aynı zamanda da fakirleşmekte olan ulus devletlerinde devamlılıklarını sürdürmesi bakımından çok önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle göçmen kadınlar dünyanın farklı yerlerinde farklı işlerde legal ve illegal yollarla varlıklarını devam ettirseler de bu noktada ulus devletin de yadsınamaz rolleri vardır. Ancak ulus devletin tanımının artık sözde toprak bütünlüğü ve vatandaşlığın belli kalıpları üzerinden yapılması çok zordur, göz önünde bulundurulması gereken ulus devletin, Benedict Anderson’nın dediği gibi, artık belli bir “hayali cemaat” olma fikri etrafında değil de, “uzun-mesafeli milliyetçilik” bağlamında işlemesidir. (Anderson 1998)
Göçmen kadınlar formel ve enformel sektörlerde çalışarak, bu süreçlerin hem aktörleri hem de kurbanları durumuna gelmişlerdir. Ülkemizde de küreselleşme ve ekonomik krizin de etkisiyle beraber genellikle temizlik ve çocuk bakımı sektörlerinde çalışan yabancı kadınların sayısı artmaktadır. Özellikle özel alan içerisinde çalışan kadınların sayısının artması, özel alanında uluslaraşırı sosyal alanın bir parçası haline dönüşmesine neden olmaktadır. Özel alanın kendisi göçmen kadınlar açısından hem yaşama hem de çalışma alanına dönüştüğünden dolayı, çok fonksiyonlu hale gelmiştir.
Hâlbuki modern siyaset teorisinin içersinde de özel alan, kapitalist ilişkiler dışında olduğu farz edilmiş, devlette kendini ona göre konumlandırmıştır, ama ev içersinde çalışan kadınlar bu kapitalist ilişkiler bütünü ve özel alan arasında tasavvur edilen ‘kutsal ayrılığın’ değişmesine neden olmuştur. Hane içersindeki iş bölümüne göre kadının ev içerisinde ki işçiliği ücretsiz işçilik kategorisinde düşünülür, bu nedenle de kadının, “annenin” ya da “ev kadınının” ev içerisinde yaptığı işlerin materyal kavramlarla açıklanamazlığı söz konusudur.İşte kapitalizmin de devamlılığını sürdürebilmesi açısından kadının ev içerisindeki ücretsiz işçiliği çok önemlidir.
Kapitalistleşen özel alan? "Ahlaklı bir toplumun" sınırları?
Varlığını sürdürmek ve kapsama alanlarını genişletebilmek açısından, kapitalizmin hem kontrol edebileceği hem de kendi dışında tutabileceği alanlara ihtiyaç duyar ve işte aile içerisinde kadına atfedilen roller de özel alanın dışsal bir şekilde konumlandırılmasını ön görmektedir. Çağlar Keyder’in (2008) de bahsettiği gibi, “Kapitalizmin çöktüğünü söylemek çok zor”, ancak kapitalizm değişip dönüşürken artan fakirlikle birlikte yeni yeni alanları da içine almaktadır ve burada kadına atfedilen annelik ve ev kadını olma rolleri kapitalizmin değişmesi ve küresel ekonomik krizin de etkileriyle birlikte dönüşmektedir. Bu noktada özel alanın da kapitalistleştiğinden bahsetmek mümkün müdür?
Özel alanın tanımlarının değişmesine rağmen, hala daha aile ilişkilerinin kapitalist söylemlerle açıklanamayan bir tarafı vardır. Kadına ve anneliğe aile içerisinde atfedilen rollerle, hane içersinde ücretli bir şekilde çalışan kadınların görevleri tam olarak eşit görülememektedir, çünkü doğurganlık, küresel olarak farklı teknolojilerin var olmasına rağmen, aile hayatının sağlıklı bir şekilde devamı için kadına atfedilen kilit yükümlülüğü teşkil eder. ‘Ahlaklı bir toplum’ olmanın sınırlarının doğurganlık üzerinden belirlenmesi, doğurganlık ve anneliğin ‘kutsal alanının’ kapitalizmin mantığı içerisinde tanımlanamayacağını kanıtlar niteliktedir.
Evlerimizde çalışan farklı milletlerden gelen bu kadınlar, özel alanın tanımı değiştirirken, kadın bedeni üzerinden açıkça yürütülen politikaların değişmediğini göstermektedir. Ulus devlet kendi sınırlarını tanımlarken, kendi içerisinde ki ‘ötekileri’ de tanımlamaktadır, küresel düzlem de kendi içerisinde ‘ötekilerini’ yaratmakta ve sömürü düzeni de bu insanlar üzerinden yürümektedir. Kadınların kendi ülkelerinden göç edip başka ülkelere gidip çalışması kadının sınırlarını aşmasını ve özgürleşmesini sağlamak yerine, kadının kapitalizm içerisinde ki iktidar merkezleri tarafından sınırlandırılmalarına hatta çok daha fazla sömürülmelerine neden olur.
Sonuç olarak, bu yaşadığımız ekonomik kriz, sömürünün ve fakirliğin derinleşmesine neden olurken, kapitalizmin farklı ortamlar içerisinde farklı anlamlar ve tanımlar elde edebilme gücü de, farklı iktidar merkezlerinin kapitalizm üzerinden nasıl politika yapabildiklerine açıklık getirmektedir.(NG/EÜ)
* Bu yazının içerisinde N.G. Schiller, L.Basch ve C. Blanc-Szanton’ın “Transnationalism: A New Analytical Framework for Understanding Migration”, B. Anderson’ın The Spectre of Comparisons: Nationalism, Southeast Asia and the World kitabiyla birlikte Çağlar Keyder’in Ali Ağaoğlu ile ekonomik kriz üzerine yaptığı röportajdan faydalandım.