Yıldız Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde Sosyal Tarih, İktisat Tarihi, Siyasal İktisat dersleri veren araştırma görevlisi Dr. Barış Alp Özden ile küresel kriz, Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) krize sürükleyen nedenler, Euro Bölgesi, küresel krizin Türkiye'ye etkileri ve işsizlik üzerine konuştuk.
Küresel krizin nasıl seyredeceğini düşünüyorsunuz?
1990'lı yıllardan başlamak üzere başta önde gelen kapitalist ekonomiler, sermaye birikim sürecinin üzerine karabasan gibi çöken aşırı üretim ve realizasyon sorununa çare olarak ipotekli kredilere yöneldiler. Bankalar bu borçları paketleyip kredileme kuruluşlarının yardımıyla en üst derecelere koyup başkalarına sattılar.
Krediler üzerinden başlayan "finansa kaçış", bunlar üzerinden gelişen spekülasyon ve türlü karmaşık finansal enstrümanlar sayesinde hızla büyüdü. Finansal piyasaların hacmi bazı tahminlere göre dünya ekonomisinin 800 katına ulaştı. Diğer yandan finansal yeniliklerin nüfusun alt basamaklarına doğru yayılması borçların sürüklediği tüketimle beraber realizasyon krizinin üstesinden gelindiği izlenimi veriyordu.
ABD köklü yatırım bankalarından Lehman Brothers'ın 2008 Eylülü'nde batması finansa dayalı büyümenin aslında ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Peşpeşe sökün eden iflaslar ve kalanların da bilançolarının geri ödenmemesi muhtemel alacaklarla dolu olduğu haberleri panik havasını her yere yaydı.
Tam 1929 Büyük Buhranı akıllara gelmişken hükümetler ve merkez bankaları vakit kaybetmeden devreye girdiler, devletin müşfik elini bankalara uzattılar. Bankaları kurtarmak için ardı ardına açılan paketler ve küresel krizin ateşini söndürmek üzere yapılan mali teşvikler benzeri devlet müdahaleleri krizin ilk perdesinin kapandığını müjdeliyordu
2010 bir toparlanma yılı gibi gözüktüyse de bu büyümede yaşanan kaybı telafi etmekten çok uzaktı. Geçtiğimiz haftalarda peşpeşe açıklanan 2011 yılına ait büyüme rakamları durgunluğun devam ettiğini gösteriyor.
İkinci çeyrekte "0" büyüme kaydeden Fransa'nın ardından Almanya'nın da sadece yüzde 0,1 büyüdüğü açıklandı. Almanya'nın bu zayıf performansı Euro Bölgesi'ni de olumsuz etkiledi.
Euro Bölgesi ikinci çeyrekte sadece yüzde 0,2 büyüdü. Bu rakam aynı zamanda Avrupa'nın diğer güçlü ekonomisi İngiltere'nin de büyüme oranı.
ABD'de büyüme oranları daha yüksektir ancak kriz öncesinin çok gerisindedir. Japonya'nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) ise nükleer felaketten sonra tekrar düşmeye başlamıştır.
Rakamlar küresel ekonominin merkezlerinde yaşananların yapısal nitelikli uzun bir daralma olduğunu gösteriyor.
Bu ülkelerde yatırımlarda kriz öncesine göre büyük gerileme vardır ve bu süreceğe benzemektedir.
2009 yılından itibaren sürdürülen parasal genişleme operasyonları faiz oranlarını o kadar aşağı çekmiştir ki yatırım tercihlerinin faizle bağı kopmuştur. İşsizlik oranları da krizle beraber atladığı basamaktan inmemektedir.
Euro Bölgesi'nde kriz öncesi yüzde 7-8 aralığında olan işsizlik oranı 2009'dan itibaren yüzde 10 basamağında sürmektedir. ABD'de ise işsizlik yüzde 4-5 seviyesinden krizle beraber yüzde 9-10 aralığına fırlamıştır.
Belki önümüzdeki dönemde geçmekte olduğumuz süreci bir depresyon olarak adlandırmakta daha cesur olabileceğiz.
ABD'yi krize sürükleyen etkenler nelerdir?
Güncel krizin gerisinde yatan temel neden neoliberal kapitalizmin temel bir özelliği olan gelir ve zenginliğin bölüşümünde artan eşitsizliktir. Bugün ABD'de nüfusun en zengin yüzde 1'lik dilimi milli gelirin yaklaşık dörtte birini alıyor.
Yine bu yüzde 1'lik kesim ulusal servetin yüzde 40'ını kontrol ediyor. Bu oranlar 1980 sonrasında işçilerin pazarlık gücünde ve emeğin gelirdeki payında muazzam bir gerilemenin sonucu.
Emek payındaki gerilemenin yarattığı realizasyon krizi potansiyeline kapitalizmin sunduğu çözüm başta da konuştuğumuz gibi "finansal yeniliklerin" olanak verdiği artan borçlanma yoluyla tüketimin sürdürülmesiydi.
Bu kurgu 2007 yılında konut piyasalarından başlayarak finansal balonların ardı ardına patlamasıyla çökmüştür. O günden bu yana hisse senetleri, emtia fiyatları ve devlet tahvilleri üzerinden şişirilmeye çalışılan yeni balonların da krizi aşmada geçersiz kaldığı kanıtlanmıştır.
Savaş ekonomisi ABD için bir çıkış yolu olabilir mi?
Savaş ekonomisinin yarattığı mali genişleme ABD'nin 1930'ların depresyonundan kurtulmasını sağlayan önemli faktörlerden bir tanesi olmuştu.
Son zamanlarda Amerika'da pek çok anaakım iktisatçının bunu hatırlatması manidar. Ancak savaş ekonomisi tüm ekonominin savaşın gerekleri doğrultusunda seferber edilmesi anlamına gelir ki bugün için böyle büyük bir savaş seferberliği söz konusu değildir.
Pek çok yorumcunun söylediği gibi ABD'nin Körfez Savaşı'ndan beridir yürüttüğü bölgesel operasyonların gerektirdiği kamu harcamalarının krizi ertelemede payı olmuştur belki ama bu da borç yükünün artmasına katkı sağladığı için yeni bir belirsizlik kaynağı haline gelmiştir.
Euro Bölgesi'ndeki kriz Avrupa Birliği'ne nasıl bir bedel ödettirecek?
Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin borçlanma kâğıtlarını ellerinde tutan Alman ve Fransız bankalarının durumu büyük tedirginlik yaratıyor. Geçenlerde gazetelerde yer alan bir haber Fransız Societe Generale Bankası örneğinde görüldüğü gibi bazı Avrupa bankalarının 2008'de batan ya da kurtarılan ABD bankalarından daha yüksek kaldıraçlarla çalıştıkları yani öz sermayelerinin kat be kat üzerinde bilanço yükümlülüklerine sahip olduklarını yazıyordu.
Bu açıdan Avrupa'nın periferisinden merkezine doğru yayılan borç krizi finans dünyası ve derecelendirme kuruluşları kaygı içerisindeler. Finans gurusu Soros'un yakın zaman önce Yunanistan'ın Euro'dan çıkartılması yönündeki önerisi genelleşen bir panik havasını yansıtıyor.
Diğer yandan Avrupa krizinin maliyeti zaten emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılıyor. Kamuda kemer sıkma, hizmetlerin kısıtlanması ve yeniden dağıtımcı sosyal programların küçültülmesi sermaye açısından önümüzdeki dönemin esas gündemi olacak.
Emeklilik yaşının yükseltilmesinden, kamuda çalışan işçilerin ücretlerinin düşürülmesine, yüksek faiz dışı fazla hedefi doğrultusunda bütçenin sosyal kalemlerinde kısıntıya gidilmesinden, kamuda istihdamın düşürülmesine kadar pek çok düzenleme İrlanda, Yunanistan, İspanya, Macaristan, Letonya ve en son İtalya gibi kemer sıkma paketleri uygulamak zorunda bırakılan ülkelerde uygulamaya sokuldu.
Bunun yanında İngiltere'den Fransa'ya kadar pek çok merkez kapitalist ülkede sağlığın özelleştirilmesi ve eğitimin daha pahalı hale getirilmesi yolundaki saldırılar hız kazandı.
Küresel krizin Türkiye'ye etkisi nasıl olur?
Türkiye 2008 krizinden en fazla etkilenen ülkeler arasındaydı.
Ülke ekonomisi o yılın son çeyreğinde yüzde 6'nın, takip eden yılın ilk çeyreğindeyse yüzde 14'ün üzerinde küçülmüş, bir milyondan fazla emekçi işini kaybetmişti.
Ancak 2009'un ikinci yarısından itibaren sıcak para girişinin tekrar başlamasıyla ekonomide çarklar yeniden dönmeye başladı.
ABD para bastıkça Türkiye'ye kısa vadeli sermaye girişleri arttı.
Bunun kaşıdığı taleple beraber 2010 büyümesi yüzde 9'u buldu.
Bununla beraber işsizlik tekrar düşmeye başladı, 2008'de ve 2009 başında işlerini kaybedenlerin çoğu tekrar iş buldular. 2011 ilk çeyreğindeyse büyüme yüzde 11'le yeni bir rekor kırıyordu.
Ancak yapısal olarak tasarrufları düşük, sürekli dış açık veren bir ekonomiye sahip olan Türkiye yeni bir kriz dalgasına hiç de hazır değil. Türkiye'nin 12 aylık toplamı 72.5 milyar doları bulan cari açığını nasıl finanse edebileceğini kimse bilmiyor.
İhracatın yüzde 12'sinin yapıldığı Avrupa Birliği (AB) ülkeleri talebi kısıyor, daha da kısacağı anlaşılıyor. Tüm dünyada ihracat pazarı daralırken bugüne kadar ücretleri baskılayarak ucuz tedarikçilik yapan Türkiye'nin bu yolla rekabet gücünü koruması mümkün olmayacak.
Ayrıca son büyüme rekorlarının arkasındaki itici güç olan iç talebin de daha fazla canlı tutulması mümkün gözükmüyor. Uluslarası Para Fonu'nun (IMF) uluslararası derecelendirme kuruluşlarının ve hükümetin de öngördüğü gibi ekonomi soğutulacaksa iç talebin de azalması beklenmeli.
Sırtındaki borç yükü 200 milyar TL'yi bulan hane halkı da bu kriz havası içerisinde daha fazla borçlanarak tüketimi sürdüremeyecek.
Başbakan "lüks eve girmeyin", "araba ve ev seçeneğiniz varsa kiradan kurtulacak ev alabilirsiniz, arabayı tercih etmeyin" diyor, "verim ekonomisi"nden söz ediyor; ne demek istiyor?
Başbakan "verim ekonomisi" kavramını "israf ekonomisinin" antitezi olarak kullandığını söylüyor. Bu kavramları sağ kesimlerde popülerleştiren, bu başlıklarla 1970'li yıllarda yazılmış iki kitabı da olan, Türk muhafazakarlığının mümtaz şahsiyetlerinden Agah Oktay Güner olmuştu.
Güner o zaman verim ekonomisiyle iktisadi ilişkilerin ve kaynakların kullanımının ahlaki temelde düzenlenmesini kastediyordu. Yani 70'lerin toplumsal ilişkileri sarsan krizine karşı muhafazakar değerler üzerinden üretilmiş bir cevaptı. Ancak Başbakan'ın dilinden ifade edildiğinde ben bunu biraz farklı anlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Başbakan bir yanıyla yaklaşan yeni kriz dalgasına karşı hane halklarını uyarmaya çalışıyor şüphesiz.
Ama onun ve ekonomi kurmaylarının neoliberalizme sarsılmaz itikatları da göz önüne alındığında kastedilenin neoliberalizmin buzzword'ü olan verimlilik ilkesi olduğunu düşünmeliyiz.
Yani mal ve hizmetlerin üretiminde kaynakların daha etkin kullanılması amacıyla emek, sermaye, hammadde piyasalarının esnekleştirilmesi, kuralsızlaştırılması ve özelleştirilmesi gerektiğini kastediyor Başbakan.
Zaten bu sözlerin hükümet yanlısı basında nasıl yankılandığına baktığımızda dediğim çerçeve de yorumlanıp takdir edildiğini görüyoruz. Agah Oktay Güner'in cevabıysa "Başbakan beni yanlış anlamış olabilir" havasındaydı.
Sıradan insanlar ne yapmalı? Ne yapmamız isteniyor bizden?
Krizin bedeli yine sıradan insanların yani emekçilerin sırtına bindirilmeye çalışılacak. Önümüzdeki somut bir örnek üzerinden konuşalım:
Meclis'in açılmasından hemen sonra yeni bir istihdam paketinin gündeme getirileceği sır olmaktan çıktı. Bu paketin içinde kıdem tazminatı hakkının gaspı, esnek çalışma ve işsizlik sigortası fonu gibi konular yer alacak.
Kıdem tazminatı fonunun ekonomi yönetiminin en çok önem verdiği konu olduğu ve yatırım ve istihdam konusunda atılacak adımların kıdem tazminatında toplandığı ifade ediliyor.
Bu nedenle kıdem tazminatında sosyal taraflar arasında uzlaşma aranmayabileceğine dair ekonomi bürokrasisi kaynaklı haberler de birkaç gün önce basında yer alıyordu.
Kıdem tazminatı fonu gibi kazanılmış haklara yönelik saldırılara direnmek çok önemli. Yunanistan örneğinin gösterdiği gibi hak kayıplarına karşı direnişler egemen sınıfların nasıl ilerleyecekleri konusundaki stratejilerini gözden geçirmelerine neden olabilir, kısmî de olsa kimi başarılar emekçi sınıfların özgüvenini arttırabilir.
Belli ki kıdem tazminatı fonuna dair tepkileri azaltmak için aslında fonun istihdamı artıracağı, iş güvencesini daha geniş kesimlere yayacağı yönünde güçlü bir propaganda yürütülecek.
Dahası bazı sendikalar bu propagandaya ortak edilecek. Bu propagandayı deşifre etmek ve yaklaşan saldırılara karşı hazırlık yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Kriz Türkiye'de yakın/orta vadede işten çıkarmalar yaşanmasına yol açabilir mi?
2008 krizinden sonra 2009 yılında işsizlik ortalama olarak yüzde 16 seviyelerine çıkmıştı. Sanayi merkezlerindeyse bu oran daha yüksekti.
Piyasacı iktisatçılar ne derlerse desinler Türkiye'de emek piyasası zaten çok esnekleştirilmiş durumda. İşverenlerin piyasadaki ufak dalgalanmalara dahi ilk verdikleri tepki işçi çıkarmak oluyor.
Önümüzdeki dönemde krizin boyutlarına göre yeni işten çıkarma dalgaları görebiliriz. İşverenlerin krizi fırsat bilip göreli artı değer sömürüsünü artırmak için tensikatlara başvurmalarına karşı durmak gerekiyor.
Yani işten çıkarmaların yasaklanmasına ilişkin talebi tekrar canlandırmak, emek örgütlerinin bu talebi üstlenmeleri için çalışmak gerekir. Ayrıca işsizlik sigortası fonunun amacı dışında bütçe açıklarının finansmanı için kullanılmasına da karşı durmalı, fondan yararlanma koşullarının esnetilmesini talep etmeliyiz. (YY)