"Ekonomik döngünün dalgaları, sudaki dalgacıklara [ripples] dönüşüyor. Bugünlerde Amerika'daki minimal enflasyon ve düşük işsizlik oranı, geçici değil dünya çapında yeni bir trendin başlangıcı olabilir. Daha akıllı devlet politikaları, küreselleşme, istihdamda değişim, enformasyon teknolojilerinde ilerleme ve gelişen pazarlar, bunların tümü şokların etkisini yumuşatıyor, o alışıldık patlama ve krizleri hafifletiyor. Dünya politikaları ve refahı açısından bunun köklü sonuçları olacak." (1)
Weber'in değerlendirmesinin yıllardır dünyanın dört bir yanında pek çok kişi tarafından paylaşıldığı söylenebilir. Değerlendirmede herhalde en dikkat çekici olan da, gelişmelerin artık tek yönlü, hemen hemen daima ileriye doğru olacağı öngörüsüdür. Alışıldık iniş çıkışların yerini az çok istikrarlı bir çıkışın alacağı.
Weber makalesinde, dünya savaşlarına yol açan şartlarla ilgili olarak da şunları söylüyordu:
"Son yüzyılda ekonomik döngüler uluslararası politika ve ekonomideki büyük değişimlerle bağlantılı olmuştur. 19. yüzyıl sonundaki ekonomik bunalım, tarihi bir serbest ticaret dönemine son vermiş, Almanya ve Amerika korumacılığa yönelmiştir. Dünya ekonomik gücündeki değişim, dünya savaşına yol açacak çelişkilerin zeminini yaratmıştır.
1930'ların Büyük Bunalımı ise uluslararası korumacılığa ve ticaretin neredeyse bütünüyle çöküşüne neden olmuştur. Rekabetçi devalüasyonlar [ihracatı artırma amaçlı devalüasyon] sonrasında altın standardı çözülmüş ve birbiri ile rekabet halindeki parasal [monetary] bloklar oluşmuştur. Bunalım, uluslararası işbirliğini ortadan kaldırırken liberal olmayan milliyetçi ideolojilerin -en fazla öne çıkanı Nazizm- yükselişine olanak vermiştir. Bu da yeni bir dünya savaşıyla sonuçlanmıştır."
Weber'in değerlendirmesini şöyle özetleyebiliriz:
"Küreselleşme, istihdamda değişim, enformasyon teknolojilerinde ilerleme ve gelişen pazarlar sayesinde azgın ekonomik döngü dalgalarının uysal dalgacıklara dönüşmesi, uluslar arasında büyük savaşlara yol açan çözümsüzlüklerin de sonu anlamına gelmektedir."
Bundan sekiz yıl sonra, 10 Ocak 2005 tarihli Business Week'te ABD için 2005 değerlendirmesi yapan David Wyss (Standard & Poor's baş ekonomisti, Jimmy Carter yönetiminde Beyaz Saray ekonomisti) ise söze şöyle başlıyordu:
"İstek listesinin başında büyüme var, ama arkasından düzelme geleceği düşünülürse ekonomik gerileme [recession] bile o kadar kötü sayılmaz. Asıl büyük korku ne mi? Durgunluk [stagnation]."
Faiz artışı, enflasyon kıpırtısı
Weber'in makalesinden Wyss'in değerlenmesine kadar geçen sekiz yılda ABD'de önce güçlü bir büyüme, istihdam ve verimlilik artışı yaşanmış, 2000 ortalarından itibaren piyasa balonunun patlaması ise "dünya çapında yeni bir trendin başlangıcı olabilecek" çıkışı duraklatmış, başka yönlerde başka şeyler gelişmeye başlamıştı. Yüz binlerce bilişim çalışanının işsiz kaldığı ya da yeni mezun bilişimcilerin iş bulamadığı, İnternet balonunun yerini emlak balonunun aldığı bir ortamda mesela şimdi "inşaat idareciliği" gibi geleneksel bir mesleğin yıldızı parlıyordu.
3 Mayıs 2005 günü yayınlanan bir haberde American Council for Constructive Education yöneticisi Michael Holland şöyle yakınıyordu:
"Herkes sanıyor ki inşaatçılar çukur kazan, ellerinde kürekleri kamyonetlerle oradan oraya giden insanlar. İnşaat sektörü dev bir sektör ve hak ettiği saygıyı görmüyor."
ABD'de ya da başka herhangi bir yerde, inşaatçılığın birden bilgisayar programcılığı kadar saygın bir meslek haline gelivermesi için köklü bir neden yok. Ama işte gene de haberde Wentworth Institute of Technology gibi okulların bu işe giderek artan bir önem verdiği, "inşaat idaresi" bölümü mezunlarının yıllık 46 bin dolar maaşla işe başlayabildiğinin altı çiziliyor; inşaat sektörünün Amerikan ekonominin yüzde 5'ini oluşturduğu hatırlatılıyordu.
Haberin yayınlandığı gün aynı zamanda ABD Merkez Bankası'nın yeni faiz yükseltme günüydü. Banka son bir yıl içinde -"yeni bir trendin başlangıcı" sayılabilecek bir biçimde- sekiz kez faiz yükseltmiş ve bu sonuncuyla bir yıl önce yüzde 1 olan faizler yüzde 3'e ulaşmıştı. Banka kredi faizleri de akabinde paralel bir ayarlamayla yüzde 6'ya yükseltiliyordu.
Bundan iki ay önce, 2 Mart 2005'de, ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan Kongre Bütçe Komisyonu'nda ne demişti?
"Açıklarla oluşan borç düzeyini aritmetik olarak ele aldığınızda ve faiz maliyetlerini sürekli yükselen faizler üzerinden sürekli artan borca eklediğinizde, sistem mali olarak istikrarsız hale gelir... Muhtemelen bunun sonucu durgun [stagnant] bir ekonomik sistemdir."
Greenspan , Güney Kore'nin ABD yatırımlarından uzaklaştığına ilişkin raporlar üzerine döviz ve hisse senedi piyasalarında yaşanan gerginlikle ilgili olarak ise, yabancı yatırımcıların ABD dolarından uzaklaştığına dair pek az kanıt gördüğünü söylüyordu.
ABD'de durgun istihdam ortamında baba mesleği inşaat yöneticiliğinin yıldızı parlayıp faizler artarken "minimal enflasyon" ne durumdaydı? Gene Wyss'ın enflasyonla ilgili bir Mart 2005 değerlendirmesini aktaralım:
"Tüketici fiyatları bir yıl öncekine göre yüzde 3 yükselmiş durumda ve Bloomberg'in ekonomistler arasında yaptığı son aylık araştırmaya göre 2005'te yüzde 3.5 daha artacak. 1970'lerin ortalarına ve 1980'lerin başlarına bakarsanız, bunlar bizim iki haneli enflasyonla ilişkilendirdiğimiz durumlar."
Çin'in dolar çıpası
Bu noktada, yabancı yatırımcının ABD dolarından uzaklaşması meselesine (faizlerle de ilişkili), Greenspan'ın "pek az kanıt gördüğü" meseleye biraz odaklanalım.
ABD eski Hazine bakan yardımcısı (Reagan dönemi) Paul Craig Roberts, Kasım 2004'te yaptığı bir değerlendirmede, Çin yuanının dolara çıpalanmış olmasının (yuanın dolar karşısında değeri yıllardır değişmiyor) ABD ticaret açığının düzeltilmesini engellediğini ve doların rezerv parası rolünü tehlikeye soktuğunu belirtiyordu.
Roberts, 2. Dünya Savaşı sonrasında İngiliz sterlininden rezerv parası rolünü devralan doların ABD açısından eşsiz bir avantaj yaratmış olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
"Rezerv parası olarak ABD dolarına yüksek talep garantilidir. Yabancı merkez bankaları rezervlerini dolar olarak tutuyor ve ülkeler petrol ithalatında dolar üzerinden ödeme yapıyor; bu da başka ülkelerin de dolar almasını zorunlu hale getiriyor. Bir rezerv parası, belirli bir ülkenin parası olma işlevine ek olarak dünyanın ihtiyacını karşılarken, o ülke başka bir ülkeyi, bu ülkenin parasını mahvedecek ölçekte, uzun süreli olarak borçla emebilir [hemorrhage debt].
Bu avantaj ise iki tarafı da keskin bir kılıçtır, çünkü rezerv ülkesinin büyük ticaret ve bütçe açıkları vererek sorumsuzca davranmasına olanak tanır. Dalga rezerv parasına karşı döndüğünde paranın değişim değeri çöker. Çöküşün nedeni, yabancıların elindeki büyük rezerv parası stoklarıdır. Başka ülkeler ellerindeki dolarların ABD'nin karşılayamayacağı alacakları temsil ettiği sonucuna vardıklarında, doları elden çıkarma başlar. ABD borçlarını finanse etme biter, faizler yükselir, ithal mallar el yakar hale gelir ve yaşam standardı düşer."
Roberts, dolardan kaçışın başlamış olduğunu söylüyordu:
"Son iki yılda dolar yeni Avrupa parası euro karşısında yüzde 52 değer kaybetti. Bu değer kaybı, durgun Avrupa ekonomisi ve pek çok analizcinin euro'yu sadece politik bir para olarak kabul ettiği göz önünde bulundurulursa çarpıcıdır...
Ekonomistler doların değişim değerindeki düşüşün ithalatın azaltılması ve ihracatın artırılmasıyla ABD ticaret açığını düzelteceğine inanıyorlar. Bir zamanlar bu yaklaşım geçerli olabilirdi. Ama bu, Amerikan şirketlerinin işleri ülke dışına kaydırmasından ve Amerikan pazarlarına yönelik üretimi ülke dışında kurmasından önceydi... ABD, şirketlerinin Çin'de ürettiği mallarla Çin'e daha fazla satış yaparak ticaret açığını azaltamaz."
Roberts, Çin parasını dolara çıpaladığı sürece dolar devalüasyonunun anlamsız olduğunu ABD'deki strateji geliştiricilerin görmemesinin inanılmaz olduğunu da belirtiyordu:
"ABD'nin en büyük ticaret açığı Çin'ledir. 2000'de ABD'nin Çin'le mal ticareti açığı, Japonya'yla olan kronik açığı geçti. 2003'de Çin'le ticaret açığı Japonya'yla olan açığın neredeyse iki katına çıktı: 124 milyar dolara karşı 66 milyar dolar. Bu yıl [2004] ise Çin'le açığın yüzde 29 artarak 160 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu dengesizlik, Çin çıpayı koruduğu sürece düzeltilemez. Dolar euro'ya ve diğer paralara karşı düştüğünde Çin parası da düşüyor ve bu durum Çin'in dünya pazarlarında Amerikan mallarına karşı avantajını koruyor...
Döviz piyasaları, değerinin altındaki Çin parasının bu durumunu düzeltemiyor; çünkü Çin, parasının alınıp satılmasına izin vermiyor ve yabancıların elinde bir döviz piyasası oluşturacak kadar Çin parası yok."
Roberts'ın öngörüsü ise şöyleydi:
"Er ya da geç çıpa son bulacak - belki Çin Dünya Ticaret Örgütü'ne karşı yükümlülüklerini tamamladığında parasını dalgalanmaya bırakacak. Çıpa son bulduğunda bu ABD'deki yaşam standardına büyük bir darbe olacak. Bir anda Çin'de üretilmiş ve ABD'nin bağımlı olduğu mallar -ileri teknoloji ürünleri dahil- çok daha pahalı olacak. Bir gecede, Wal Mart'ta alışveriş yapmak pahalı dükkanlarda alışveriş yapmaya dönecek." (2)
Asya'da euro'ya kayış, Amerikan devlet tahvilinden kaçış
12 Mart 2005 tarihli Asia Times'da yayınlanan bir haber, Roberts'ın işaret ettiği "dolardan kaçış" eğilimini teyit ediyor.
Habere göre, Asya merkez bankaları son üç yıldır ellerindeki dolarları sessizce yerel paralarla değiştiriyorlardı. Haberde, IMF verilerine dayanılarak, 2001 sonunda dünya rezervlerinin yüzde 66.9'unu oluşturan doların payının 2003 sonunda yüzde 63.8'e düştüğü de belirtiliyordu. Royal Bank of Scotland yönetiminde yapılan bir araştırma ise, 56 merkez bankasından yüzde 70'inin euro rezervlerini artırdığını ortaya koyuyordu.
Öte yandan, "dünya merkez bankalarının bankası" olarak adlandırılan Bank of International Settlements (BIS) tarafından yapılan bir araştırma, Asya offshore rezervlerindeki doların 2001 üçüncü çeyreğindeki yüzde 81'den Eylül 2004'te yüzde 67'ye düştüğünü gösteriyordu (Hindistan'da yüzde 68'den yüzde 43'e, Çin'de yüzde 83'ten yüzde 68'e). Mart başında yayınlanan bir Bloomberg raporunda ise, Lehman Brothers Holding (ABD'nin beşinci büyük tahvil satıcısı) tahminlerine göre Çin merkez bankasının döviz rezervlerindeki doların bir kısmını euro'yla değiştirdiği, rezervdeki dolar payının 2003'teki yüzde 82'den 2004'de yüzde 76'ya düştüğü belirtiliyordu.
Dolardan başka paralara (özellikle euro) kayışın yaşandığı son beş yıllık sürece bir de Amerikan devlet borcu açısından bakalım...
Amerikan devlet borcunun özel yabancı kuruluşların elindeki payı Ocak 2001 ile Temmuz 2004 arasında yüzde 30'dan yüzde 42'ye çıkmış durumda. Eylül 2003 ile Eylül 2004 arasında yabancıların elindeki borç 400 milyar dolar artarak 1.46 trilyon dolardan 1.86 trilyon dolara çıkıyor. Bu artış, 2004 mali yılı bütçe açığının (422 milyar dolar) tamamına eşit. ABD Hazinesi istatistikleri, ABD borcu taşıyan ülkeler arasında ilk yedi sıranın beşinde Asya ülkeleri olduğunu ortaya koyuyor. Japonya 696 milyar dolarla birinci, Çin 167 milyar dolarla ikinci sırada geliyor. Diğer üç ülke, Güney Kore (62 milyar dolar), Tayvan (58 milyar dolar) ve Hong Kong (50 milyar dolar). Aralık 2004'te yabancıların Amerikan Hazine bonosu ve devlet tahvili alımında büyük bir düşüş görülüyor. Yabancı merkez bankalarının alımı üçte iki azalarak 21 milyar dolardan 7 milyar dolara düşerken, özel yabancı kuruluşların alımı yaklaşık yüzde 75 azalarak 32.8 milyar dolardan 8.4 milyar dolara düşüyor (Aralık 2004'de toplamda 53.8 milyar dolardan 15.4 milyar dolara düşüş). (3)
Bir 1969 analizi: Kaçınılmaz durgunluk eğilimi
1997'deki "ekonomik döngünün sonu" öngörülerine ilham veren gelişmeler de, 2000'lerde yaşananlar da, 2. Dünya Savaşı sonrası sürecin farklı noktaları olduğuna göre, şimdi de biraz geri gidip "küreselleşme"nin temellerinin atıldığı savaş sonrası ortama bakalım.
John Bellamy Foster, Mart 2005'te Monthly Review'da yayınlanan "Akılcı Kapitalizmin Sonu" ("The End of Rational Capitalism") başlıklı makalesinde Paul Baran ve Paul Sweezy'nin 1966 tarihli Monopoly Capital'ına (Tekel Sermayesi) atıfta bulunuyor. Baran ve Sweezy'ye göre 2. Dünya Savaşı sonrasında ekonomiyi sıçratan etkenler şunlardı:
1. 2. Dünya Savaşı sırasında ABD'de tüketici likiditesi oluşması ve bu likiditenin savaş sonrasında tüketici harcamalarında patlamaya yol açması. (4)
2. ABD'de banliyölerin gelişmesi ve eyaletler arası karayollarının inşasıyla körüklenen ve çelik, cam, lastik sektörlerine güç veren ikinci büyük "otomobillenme" ("automobilization") dalgası.
3. Savaş sonrası Avrupa ve Japon ekonomilerinin yeniden inşası
4. Dünya ekonomisi üzerindeki rakipsiz ABD egemenliğiyle (doların mutlak hakimiyeti) ilişkili istikrar.
Bu nispeten geçici etkenlerin yanı sıra bir de daha uzun vadeli etkenler söz konusuydu:
5. ABD'de, Soğuk Savaş silahlanma yarışıyla gerekçelendirilen büyük çaplı ve sürekli askeri harcamalar.
6. Bir yandan tüketici kredisi ve borçluluğu, diğer yandan pazarlamayla desteklenen yüksek tüketim ekonomisi.
7. Kapitalist ekonominin üretici temelinden bir biçimde bağımsız işleyen ve mali patlamaya yol açan, niteliksel olarak yeni bir mali üstyapı.
Baran ve Sweezy, ABD egemenliğinin ancak Asya ve diğer yerlerdeki savaşlarla korunabildiği bu koşullarda, sivil harcamalarla efektif talebin (5) desteklenmesi ve mali-parasal ayarlamalarda ifadesini bulan Keynesçi politikaların durgunluk [stagnation] eğilimini karşılamada tamamen yetersiz kaldığının altını çiziyordu. Ekonomik büyüme ve istikrar, tesadüfi tarihsel şartların ve yapay ekonomik dürtülerin ürünüydü. Sistem büyüme açısından verimli yatırımlara dayanmıyordu; satış çabaları ve mali genişlemeye bağımlıydı. "Schumpeter'in girişimcisi"nin (6) yerini tekelci şirket almıştı. Kapitalizmin sınırlı quid pro quo'su (bir şeyin başka bir şey karşılığında elde edilişi), ideal "değişimde eşitlik" sistemi, tekelci fiyatlandırma ve çıktı düzenlemeleriyle hemen hemen tamamen yok edilmişti. Yetersiz talebe karşın yüksek kâr marjları fiyatlar düşürülmeden korunabiliyor, bu da kapasite fazlasının artmasına yol açıyordu.
Foster, 1970'lerin başlarında ciddi bir ekonomik krize girilen ABD'de krizin Vietnam'daki yenilgiyle daha da karmaşıklaştığını, yüzlerce milyar dolar maliyetli savaşın doların konumunda ciddi dengesizliklere yol açtığını(7), ülke dışına büyük çapta dolar çıkması sonucu bir Avrupa dolar piyasası oluştuğunun altını çiziyordu. Nixon'ın 1971'de doların altına çıpasını kaldırmasıyla dolar-altın rejimi sona eriyordu.
Sonraki yıllarda ise petrolün dolarla alınıp satılması, altına endeksli değerinin ortadan kalkmasına rağmen doların uluslararası konumunu sürdürmesini sağlayacaktı. Petrol ithal eden ülkeler dolar karşılığı mal satmak ya da dolar borç almak zorundaydı. (8)
Yüzyılın sonunda tüm resmi döviz rezervlerinin üçte ikisinin dolar olduğu, dünyadaki döviz işlemlerinin beşte dördünden fazlasının, dünya ihracatının yarısının dolar üzerinden yapıldığı ortam, ABD'nin "dünya merkez bankası" rolünü oynamaya hâlâ devam etmesine olanak tanıyordu.
Petrol ihraç eden ülkeler açısından euro seçeneği, ilk kez yüzyılın bu son günlerinde ortaya çıkıyordu. Kasım 2000'de Irak yeni Avrupa parasıyla petrol satmaya başladı. Irak'ın Birleşmiş Milletler'deki "Gıda için Petrol" hesabı ve hemen ardından gene Birleşmiş Milletler'deki 10 milyar dolarlık rezerv fonu euro'ya çevrildi. Endonezya, İran, Libya, Malezya, Rusya ve Venezüella da euro ile petrol satan ülkeler kervanına katılıyordu. Öte yandan, Avrupa Birliği'nin genişlemesi sonucu 2004 ortasından itibaren OPEC petrolünün yarısı artık Avrupa Birliği'ne satılmaya başlanacaktı.
Baran ve Sweezy tarafından bundan 40 yıl önce öngörülen durgunluk eğilimi, Weber açısından "yeni bir trendin başlangıcı"nı müjdeleyen altın yılları da içine alan 45 yıllık bir süreçte (1960-2004) ABD'nin gerçek gayrisafi milli hasıla büyüme oranlarında gözlemlenebilir. 10'ar yıllık dönemler temelinde yıllık ortalama büyüme oranlarının seyrine bakıyoruz: (9)
* 1960'larda yüzde 4.44
* 1970'lerde yüzde 3.27 (1974 ve 1975'de eksi büyüme: -0.5 ve -0.2)
* 1980'lerde yüzde 3.07 (1980 ve 1982'de eksi büyüme: -0.2 ve -1.9)
* Altın yılları içine alan 1990'larda yüzde 3.11 (1991'de -0.2 büyüme)
* 2000'lerde (ilk 5 yıl) yüzde 2.68
"Yabancı açığı tıkamaya devam eder, çünkü.."
Bütün bunlardan sonra 5 Nisan 2005 tarihli bir New York Times analizinde ABD için gelinen son noktanın özetini bulabiliriz:
"ABD dolarındaki son iyileşmeyi hesaba katmazsak doların gideceği tek yer var, o da aşağıya. Ama Bush yönetimi yabancı yatırımcıların değer kaybeden dolara büyük miktarlarda yatırım yapmaya devam edeceğini iddia ediyor. Ne kadar büyük? Geçen ay hükümet, ABD'nin uluslararası işlemlerde açığının (temel olarak ticarette) 2004 yılı itibarı ile, 2003'teki düzeye göre yüzde 24 artarak 666 milyar dolara ulaştığını açıkladı. Bu ekonominin yüzde 5.7'sine eşit ve çoğu ekonomistin sürdürülebilir olarak gördüğü düzeyin iki ila üç katı. Hükümet yabancıların, özellikle Asya merkez bankalarının -Amerikan kağıdı [securities] alımı ihracatlarını artıracağı için- ABD ticaret açığını tıkamaya devam edeceğini öngörüyor. Aynı zamanda, yabancı merkez bankalarının, dolar temelli yatırımlardan kaçınmaları halinde dolar rezervlerinde oluşacak kayıpları göze almayacağını öngörüyor. Kısacası ABD -başka ülkelerin gözünde- kaybedemeyecek kadar büyük olduğu varsayımına oynuyor."
Analizde Ocak 2005'te ABD'nin çektiği 91.5 milyar dolar yabancı sermayenin aynı ay gerçekleşen 58.3 milyar dolarlık rekor açığı rahatça kapatacak düzeyde olduğu, ama bunda hedge fonlarının rol oynadığı belirtiliyordu. Genellikle kısa vadeli yatırım anlamına gelen bu fonlar ise, kolayca dolara yöneldiği gibi gene kolayca dolardan uzaklaşabilirdi. ABD'nin açığını kapatabilmek için sadece 2005 yılında 1 trilyon dolarlık yabancı yatırıma ihtiyacı vardı. Öte yandan Bush yönetimi açığın düzeltilmesinde "ucuz dolar"a güveniyordu, ama açık, dolardaki düşüşe rağmen artmıştı. Ucuz dolar etkisinin yaşanabilmesi için 2005 yılında yaklaşık yüzde 20'lik bir düşüş daha gerekiyordu. Dünya merkez bankalarının dolar birikimlerini azaltmaları halinde ise bunun sonucu "yükselen faizler ve yükselen fiyatlar" olacaktı. Bunun yansıması da yaşam standartlarının yavaş yavaş düşmesi olabilirdi. Yabancıların hazine bonosu almaya isteksiz olduğu bir ortamda uzun vadeli faizlerle birlikte ipotekli konut kredisi ("mortgage") oranları da yükselecek, bu ise gayri menkul sahiplerinin kişisel bilançolarıyla beraber genel olarak ekonomiyi olumsuz etkileyecekti.
Bu New York Times analizinin Roberts'ın beş ay önceki analizi ile hemen hemen aynı olduğu söylenebilir...
Asya'da milliyetçilik!
"Sürekli devlet borcu"nun piyasalarda alınıp satılmasına ek olarak "sürekli savaş"ın (teröre ve "haydut devletler"e karşı) piyasalara düşmesi, euro rekabetinin başladığı, merkez bankalarının yatırım aracı "çeşitlendirmeye" başladığı ve dolardan kısmen uzaklaştığı, ABD cari açığının -dolardaki düşüşe rağmen- hızla büyüdüğü ve en nihayet ABD'de faizlerin arttığı, enflasyonun kıpırdadığı son evreye rastlıyor.
11 Eylül saldırılarından bir ay kadar sonra, 17 Ekim 2001'de ABD Başkanı George W. Bush, Travis Hava Kuvvetleri Üssü'nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
"Teröristler Dünya Ticaret Merkezi'ne saldırdılar ve biz onları dünya ticaretini genişleterek, teşvik ederek yenilgiye uğratacağız."
O ekim günlerinde Başkan, ABD Ticaret Temsilcisi Robert Zoellick tarafından geliştirilen strateji çerçevesinde, ABD Kongresi'nden ticaret anlaşmaları yapma yetkisi istiyordu:
"Dünya ticaretini genişletebilmek için Kongre'den, ticareti destekleme yetkisi istedim -- dünyanın her yerinde Amerika'nın çıkarları için hareket etme yeteneği..."
Böylece, 1997 Weber perspektifiyle büyük savaşları önleyici "küreselleşme"de yeni bir aşamaya giriliyordu. Bu son evrenin son günlerinde ise, 21 Mart 2005 günü Mersin'de Türk bayrağı yakma girişimi ve ardından Trabzon'da "Tecritte ölüm var" başlıklı bildiriyi dağıtan dört TAYAD'lıya (Tutuklu ve Hükümlü Aileleri ile Dayanışma Derneği) yönelik linç hareketi yaşanacaktı. Bir taraftan da "Ermeni meselesi"nin medyanın gündemine oturduğu bu günler, aynı zamanda Çin'de birden Japonya aleyhtarı gösterilerin patladığı günlerdi. "Hükümetin sözcüsü" Çin gazetesi tarafından atılan "Şeytani Fesat" manşetine karşı New York Times'da, "hükümetin de gösterileri engellemek için pek az şey yaptığı" vurgulanıyordu.
Milliyetçilik Asya'nın iki uzak noktasında, birinde 60 yıllık, diğerinde hem 90 yıllık hem de çok daha yeni "savaş suçları"yla kendine verimli zemin arıyor gibiydi. Üstelik iki ülkeden biri, küreselleşmeden azami ölçüde yararlanan (2004'te yüzde 9.1 büyüme, 610 milyar dolar değerinde döviz ve altın rezervi, yabancı yatırım çekme rekorları, vs.) ülkeydi. O ülke ve gösterilerin hedefi olan ülke arasında da şöyle bir ticaret ilişkisi vardı: İkisi de birbirinin birinci ithalat kaynağıydı. Çin ithalatının yüzde 18'ini Japonya'dan, Japonya ise ithalatının yüzde 19.7'sini Çin'den yapıyordu...
Küresel arenada milliyetçiliğin seyri üzerine başka şeyler söylemeden son bir not.. .
Weber'in isabetli saptamasını hatırlayalım: "Rekabetçi devalüasyonlar sonrasında altın standardı çözülmüş ve birbiri ile rekabet halindeki parasal bloklar oluşmuştur. Bunalım, uluslararası işbirliğini ortadan kaldırırken liberal olmayan milliyetçi ideolojilerin -en fazla öne çıkanı Nazizm- yükselişine olanak vermiştir..."
Çin'in yuanı dolara çıpalamasında en çarpıcı ifadesini bulan (tüm dünya ekonomisini etkilemesi açısından) bugünkü "rekabetçi devalüasyon" ile "rekabet halindeki parasal blokların oluşması" (dolar-euro) ortamında küresel durgunluğa doğru adım adım gidilirken (Japonya ve Avrupa'dan sonra ABD'de de), bu kez dünya ticaretinde 1930'larda olduğu gibi bir gerileme ne bugün yaşanıyor, ne de böyle bir gerilemenin önümüzdeki yıllarda kaçınılmaz olacağı söylenebilir. Şu da: ABD 1930'larda gümrük duvarlarını yükseltip sübvansiyonları artırarak dev iç pazarını sonuna kadar kullanmış (efektif talebe giden yol), ekonomide kısmen iyileşmeyi yakalamış ve savaş ekonomisi sayesinde paçayı tam olarak kurtarmıştır. Bugün ise ABD'de gümrük duvarları ve sübvansiyon çelik endüstrisi ve tarım sektörünün korunması için kullanılıyorsa da, "içeride" üretimi rekabetçi devalüasyon da dahil korumacı yöntemlerle desteklemenin olumlu sonuçlar yaratacağı, ekonomide kısmen iyileşme sağlayabileceği bile çok kuşkuludur...
Korumacı yöntemlerin, en azından, üretim güçlerini yangından mal kaçırır gibi ucuz emek-düşük vergi diyarlarına transfer eden Amerikan şirketlerine herhangi bir yarar sağlamayacağı ortada.
(1) Ekonomik döngü (business cycle): Uzun vadeli olarak, öngörülebilir bir biçimde birbirini izleyen, birbirinin yerini alan, istihdam, üretim ve faizlerdeki değişimlerde kendini gösteren ekonomik büyüme (iyileşme) ve küçülme (resesyon) dönemleri.
(2) Çin, ABD ticaret açığının dörtte birini, ABD'nin mamul ticaretindeki açığının ise üçte birini temsil ediyor; ABD'nin ithalatında Kanada'dan sonra ikinci sırada yer alıyor. (Kaynak: Paul Craig Roberts'ın 16 Kasım 2004 tarihli makalesi )
(3) ABD Kogresi ve Hazinesi kaynaklı verileri aktaran, Foreign Policy in Focus analizcisi Dan Smith ("Riding the Dragon, Soaring on Eagles", Nisan 2005)
(4) Varlıkların hızla ve fiyatta azalma olmadan nakde çevrilebilmesi
(5) Efektif talep: Keynesçi iktisatta toplam arzın toplam talebe eşit olduğu noktadaki talep hacmi (Kaynak: Marxists.org )
(6) Harvard ekonomisti Joseph Schumpeter'a (1883-1950) göre akılcı girişimci kapitalizmin özünü oluşturuyordu ve tekellerin/oligopolilerin giderek büyümesi kapitalizmin yok olmasına yol açabilirdi.
(7) ABD 2. Dünya Savaşı sonunda dünyadaki bütün altın rezervlerinin yüzde 80'ine sahipti ve dünyadaki toplam üretimin yüzde 40'ı ABD'de yapılıyordu. Savaş sonrasında altın temelinde sabit bir değere çıpalanan dolar (1 ons altın 35 dolar) uluslararası para birimi haline geldi. 1967-72 arasında Vietnam savaşı için harcanan 500 milyar dolar ABD Merkez Bankası'ndaki rezervlerin erimesine yol açtı. 1971-72'de bankada sadece 10 milyar dolar değerinde altın kalmıştı. 1971'de dolar-altın çıpalamasına son verildi. (Kaynak: ZMag )
(8) Bu süreçte gelinen noktada, ABD Hazine tahvili piyasasının yüzde 48'ini, ABD şirket tahvili piyasasının yüzde 24'ünü, ABD şirketlerinin yüzde 20'sini elinde tutan yabancılar, toplam 8 trilyon dolarlık Amerikan varlığına sahip. ( Aynı kaynak )
(9) Kaynak: Başkanlık Ekonomik Raporu, s. 211, Tablo B-2