“bizi vurdular
yakamızda kûs mendil
y/aramızda barikat var
bilmediğin adreslerden, kendini sorma!
kesilen göbek bağında saklarmış g/izini
aradığın coğrafyan!”*
Yılbaşına iki gün kala ücretli bir portalın açtığı iki günlük cazip abonelik kampanyasına ilgi gösterip üye olmasaydım, muhtemelen hayli sonra YouTube ya da diğer alanlarda serbest gösterimle birlikte belki haberim olacak ve izlemiş olacaktım filmi.
Sözünü etmek istediğim, yönetmen Onur Güler’e ait 16 dakikalık kısa film “Yara”. Filmi izledikten sonra Google’da tıklayıp şöyle bir gezindim. Film hakkında ne yazılmış ve filmin gösterime girme serüveninde neler olmuş diye. İzmir kısa film festivalinde Oscar aday adayı gösterilmiş. Birkaç yerde de ödüller almış. Dizi filme dönüştürülme senaryo çalışmalarına da başlanmış...
Yara’nın hikâyesi; oğlu Mert’in yaş gününde bir taziye evine ölünün ölüm raporunu düzenlemeye gider doktor Bahar. Yaşlı ölü Adem Yel’in muayenesini yapar. Üzeri beyaz örtülü cenazenin kanepeye uzatıldığı odada doktor Bahar’la birlikte ölenin karısı ve gelini vardır. Ölenin eşi, zaman zaman dizine vurarak yas halindedir. Gelin gergindir. Sorulara verdiği cevaplar yüzüne yansır gelinin. Cenazenin olduğu odaya girmeden ara yerde oyuncağı ile oynayan üç yaşında bir erkek çocuk vardır, adı Adem Emre.
Ölünün eşinin taziye için gelenleri uğurlamak için odadan çıktığı sırada ölenin kullandığı ilaçların kutularından birinin karışıklığından kuşkulanan doktora, gelin Nur ağlayarak cevap verir. Kayınpederini ilaç içirerek öldürmüştür. Üç dört yıl önce kaybettiği kocasından sonra (belki öncesinde de!) kayınpederinin tecavüzüne uğramıştır gelin, sürekli. Çaresiz olduğu ve kimsesi, bir de gidecek yeri olmadığından mecburen katlanmıştır tecavüze! “Çocuğa her baktığında onun yüzü (tecavüzcü dede)” hatırlayacağını söyler Nur. Zaten dedenin adı da konulmuştur çocuğa Adem!
Raporu düzenler doktor Bahar, evden çıkıp aracına biner. Hemen peşinden cenazeyi de tabutla çıkarıp cenaze aracına yerleştirirler. Cenaze aracı hareket eder ve araç geçerken doktorun aracının camına çamur sıçratır. Silecekle cam silinir ve film biter.
Bu, filmin akışı; film hakkında yazılan yazılarda, filmle ilgili röportajlarda ve filmin tanıtım metinlerinde yukarıda yazdıklarım kısa ya da uzun olarak aşağı-yukarı böyle.
Geride yazıl(a)mayan bir tek detay var. İşte asıl o detay filmin koptuğu noktadır!
Hemen filmin başında Doktor Bahar, ölü evinin kapısını çaldığında içerden ritimle okunan mevlit sesi gelir. İçeri girdiğinde mevlit okuyan erkek sesi daha bir netleşir. Biri tepsiyle taze kavrulmuş helva taşır odaya, kapı açılır kapanır mevlit sesi fonda hep vardır.
Okunan mevlit Kürtçe okunmaktadır. Onaltı dakikalık filmin hiçbir yerinde Kürt adı ya da Kürt dili, kimliğine dair bir tek söz geçmez. Ama ne hikmetse mevlit Kürtçe okunmaktadır.
Doktorun araç plakası ve evin konumlanışına göre İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde geçmektedir hikâye. (Muhtemelen Küçükçekmece!)
İnsan ister istemez düşünedurur. Mevlit neden Türkçe değil de, Kürtçe okunur. Üstelik hiçbir Kürt geleneğinde cenaze yerdeyken ve daha yas’ın ilk günü mevlit okunma diye bir ritüelin de söz konusu olmaması gerektiği halde!
Senarist-Yönetmen Onur Güler bilinçli olarak hikâyeyi Kürde bağlamıştır. Üstelik karakterlerin isimleri de Adem Yel, Nur, Adem Emre gibi İslami geleneksel göndermeler üzerinden izleyiciye hissettirilmektedir zaten.
Klasik Kemalist bakış açısının sinema sanatı üzerinden dışavurumu olmuş Yara. İstendiği kadar kurgu ve hikâye açısından kimilerince “çok başarılı bir film” olarak kabul görsün! Cumhuriyetin, resmî ideoloji ekseninde bütün olumsuzlukların müsebbibi olarak görmeye / göstermeye alışık olduğu; etnik (Kürt) ve inançsal (islam) hesaplaşmasının sinema sanatına değen, dokunan yüzü, “Yara”sının tipik bir figürü olmuş film.
Bende oluşan ve sorular sorup cevabını bulmama vesile olan Yara’dan sonra Onur Güler’in 2012 yılı imzalı Boşluk kısa filmini de izledim. Boşluk’ta da babası tarafından tecavüze uğrayan ve kenar mahallelerden birinde kürtaj yaptıran öğrenci bir genç kızın dramı konu edilmiş. Allahtan ki Boşluk’ta Kürtçe mevlitlik bir durum yok. Onun yerine kürtaj yaptırılacak ev aranırken duvarda kırmızı boyayla “Devrimci Yol” yazısı şöyle bir görünüp, geçiyor. Yoksa bu duvar yazısında da “Kemalizm, küçük burjuvazinin en radikal en sol kesiminin ideolojisidir” özlü sözüne ince bir gönderme mi var!
Biri yazmalı ya da anlatmalı, tacizin tecavüzün vur abalıya misali lanetli etnik kimlikler üzerinden anlatı ya da gösterimleriyle meram edilen nedir sahi!
Meram edilen sinema yapmaksa bu tür ucuz sapmalar yapılan işin zedelenmesinden öteye geçmez. Ama sanırım meram bu değil! Hazır “Kürt doğudan gelmiş, bütün pis işler de onların başının altından çıkıyor. Ben de kendi alanımda üzerime düşeni yapayım bari” demek gibi meram edilen.
Oysa şöyle bir sinema tarihine dönüp bakılsa türünün en haysiyetli ve sinema tarihine kalacak örneğini upuzun yıllar önce üstat Yılmaz Güney Baba filmiyle vermişti.
Sinema filmi tek başına sinemasal kurgu başarısı üzerinden okunmuyor maalesef. Bir de coğrafyanın etnik ve inanç boyutu üzerinden hesabı-kitabı, okuması var. Birileri bakar, baktığını görür, sonra da yazar ve çıplak gerçeklikle yüzleştirir muhatabını. Dostuna ya da Düşmanına “yara’sını gösterir gibi”... (ŞD/AS)
* Alpaslan Akdağ / Gül ve Kefen, İbrişim Kitap, Aralık 2021