İhracatçı sektörler uzunca bir süredir dış ticaretten sorumlu devlet bakanının da desteği ile TL'nin aşırı değerli olduğunu iddia ediyorlar ve bundan kısmen faizleri göreli olarak yüksek tutanMerkez Bankası'nı (MB) sorumlu tutuyorlar. Sektörün şikâyetlerine karşı bazen ileri sürülen "kur düşünce kullandıkları ithal girdilerin fiyatı da düşüyor" argümanı son tahlilde ücret ve kâr arasında bölüşülenin ithal girdi dışı katma değer olduğunu unutuyor. Diğer her şey aynıyken kur değişmeleri ithal girdi dışı katma değeri aynı yönde etkiler ama etki (1 - ithal girdilerin maliyet içindeki payı) kadar olur. O kadar. Dolayısı ile TL değerlendikçe sektörün kendi çıktısı cinsinden reel ücret artar. TL'nin değer kaybetmesi sektör açısından dolar cinsinden fiyat sabitken nominal ücretin düşmesine eşdeğerdir.
Özel sektör kur artışını reel ücretin düşmesi için istiyor
Özetle sektör kendi çıktısı cinsinden reel ücretin düşmesini istiyor ve bunun da, nominal ücretler düşmediği ya da ihracatın dolar fiyatı artmadığı sürece, kurların artmasından başka yolu yok. Genel olarak kur artışı (sabit kur rejimi deyimiyle devalüasyon) reel ücretleri düşürmenin dolaylı yoludur. Bu mekanizmanın ne kadar önemli olduğunu böyle bir seçeneği olmadığı için reel ücretleri doğrudan düşürme durumunda kalan Yunanistan örneğinde görüyoruz. Eğer Yunanistan'da serbest kur rejimi olsaydı reel ücretler şimdi herhalde yarı yarıya azalmış olurdu ve bu ölçüde direniş de olmazdı. Ama özellikle kamu sektöründe zaman içinde çeşitli eklemelerle şişirilmiş ücretleri doğrudan düşürmeye çalışmak şiddetli direnişle karşılaşıyor.
Ücretleri düşürerek ihracatı artırma yolunun sonu
Öte yandan kur artışının etkisi sadece ihracatçı sektörlerde reel ücretin düşmesi ile sınırlı değil. TL'nin değerinde kalıcı bir azalma genel olarak reel ücretleri baskı altına alacaktır. Buna tarım kesiminde kendi hesabına çalışanların zımni reel ücretleri de dâhildir. Zaman içinde bu kesimler, Yunanistan'daki gibi sokaklara dökülmeseler bile, direnmeye başlayınca nominal ücretler artarsa enflasyonist bir süreç tetiklenebilir. Ama buradaki esas sorun, ihracatçıların eğer gerçekten artık 'dayanacak güçleri kalmadıysa', kur artışı isteğinin işaret ettiği ciddi yapısal zaaftır. O da şu ki, mevcut reel ücret düzeyleri ile ihracat artışlarının sınırına gelinmiştir. Günümüz şartlarında Türkiye gibi Avrupa üyeliği perspektifi ile kurumsal ve sosyal örgütlülüğü artan ve kendine has sorunları nedeniyle sürekli refah artışı yaratması gereken bir ülkenin kur artışı-reel ücret düşüşüne dayanan bir rekabet gücüyle uzun süre gerekli performansı sürdürmesi pek gerçekçi görünmüyor. Son tahlilde rekabet gücü yatırımla oluşur ve sürdürülebilir. Kârlılık artışı ancak rekabet gücü oluşturacak yatırıma dönüşürse uzun dönemli çözüm oluşturabilir. Çünkü o zaman uzun dönemde reel ücretin düşmesi de gerekmez. Üzerinde düşünülmesi gereken konu bu tür yatırımların - ki bunlara nitelikli işgücü oluşturmak için gerekli yatırımlar da dâhildir - nasıl özendirileceği ya da gerçekleştirileceğidir.
Hükümetin şişkin özgüveni
Şimdi, makro iktisadın iyi bilinen bir teoremine göre serbest kur rejimi altında faiz düşürmek, sabit kur rejiminde devalüasyon yapmaya eşdeğerdir. Tabii bu teorem bizim gibi yüklü bir iç borç servisi nedeniyle dış finansman ihtiyacı olan ülke bağlamında ele alınmıyor. Ama gene de kısa dönem itibariyle teoremin geçerli olacağını varsayabiliriz. Düşen faiz MB'nin politika faizidir. Bunun sonunda iç borçlanma faizinin düşüp düşmeyeceği gelişmelere bağlıdır. Politika faizi düştüğünde TL cinsi varlıkların çekiciliği azalırsa fiyatları düşüp, faizleri artabilir. Bu durumda politika faizi düştüğü halde bir süre sonra TL cinsi varlıkların çekiciliğini artar. Şöyle ki, TL cinsi varlıkların fiyatları düşerse kur arttığında bir dolarla çok daha fazla TL cinsi varlık edinilebilir. Yani politika faizinin düşmesi başlangıçta kuru arttırıp, TL cinsi varlıkların fiyatını düşürürse, kısa vadeli sermaye girişleri kısa dönemli bir azalmanın sonrasında tekrar artmaya, kur da tekrar düşmeye başlar. Bu tür ters görünen dinamikler geçmişte çokça yaşanmıştır. Böyle bir süreçte yükselen faiz kamu maliyesine ve borçlu kesimlere ek yükler getirirken, yurt dışından döviz transfer eden yerleşikler (ihracatçı ve diğerleri) kazançlı çıkar. Ama kalıcı bir çözüm oluşmamış olur.
Bu tartışmanın işaret ettiği diğer bir yapısal zaaf ise hükümetin genel olarak iktisat politikasına özel olarak da MB'ye bakışı ile ilgili. 2002 öncesinde IMF desteği altında zaten başlatılmış olan bir dönüşüm programını ve gene kendisinden önce kotarılmış bir göreli iç barış dönemi devir alan ve sahiplenen hükümet, dünyayı sonunda krize sürükleyen uygun dış şartlarla da birleşince birçok kriterle başarılı bir iktisat yönetimi sergilemiştir. Ama giderek bu başarının tamamen kendisinden kaynaklandığına ve dolayısı ile her konuda istenilen ayarlamayı yapabileceğine inanır hale gelmiştir. 6-7 yıl öncesinde yaşanan şiddetli bir krizin dayattığı intibaklar nedeniyle bankaların, hanehalklarının ve şirketlerin az borçlu olması, Türkiye'nin 2008-2009 dünya krizinden göreli olarak az etkilenmesine yol açınca, öz güven artışı tehlikeli bir boyuta gelmiştir. Giderek Türkiye'nin borç sorunları ve buna bağlı dış finansman gereksinimleri ile yukarıda işaret edilen yapısal sorunları unutulup, MB'nin isterse faizi ve kuru arzulanan her düzeye getirebileceğine ilişkin bir söylem geliştirilmiştir.
MB'nin son faiz indirme kararı dünyada artan likiditenin yarattığı sorunlara karşı oluşturulmaya çalışılan önlemler paketinin bir parçası olarak ortaya konmaktadır ve muhtemelen de hükümetin baskılarından (kısmen) bağımsızdır. Ama hükümetin şişirilmiş bir öz güvenle kolay çıkış yolları aramayı bırakıp, Türkiye'nin ihtiyacı olan yukarıda bahsedilen türden nitelikli (tabii ki konut dışı) bir yatırım hamlesi için gereken sosyal, ekonomik ve siyasi dönüşümlere odaklanması gereğini her fırsatta vurgulamak gerekiyor.(EK)