Kumların Kadını (Suna no Onna), Japon yazar Kobe Abe'nin 1962 yılında yayımlanan, hem edebiyat dünyasında hem de okuyucular arasında derin izler bırakan romanı.
İlk okuduğumda ismini neden “Kumların Erkeği” ya da dile yerleşmiş haliyle “Kumların Adamı” yapmamışlar diye düşünmüş olsam da, derinlere dalıp üstüm başım, gözüm, yüzüm kumla dolduktan sonra asıl hikayenin zaten kadına ait olduğunu düşünmeye başladım.
Metaforik anlatımı ve alegorik diliyle yazıldığı günden bu yana okuru kendine çeken roman, katman katman soyulup öze ancak öyle ulaşılabildiği için seviliyor olmalı.
Romanı ilk kez geçen yıl sevgili hocam Yazar Hakan Akdoğan’ın bir çözümleme atölyesinde okumuştum. Geçen ay Suare Kitap Kulübü’nde sevgili arkadaşım Gönül Yasemin Ölmez’in tavsiyesi ile bir kez daha okuyup kum çukurunda biraz daha derinlere düşünce, sizlerle de paylaşmaya karar verdim.
Yazarımız Kobe Abe, Japon kültürü ile Batı felsefesi ve edebiyatı arasında köprü kuran bir yazar. Tıp eğitimi almış, edebiyatçı olmuş; özellikle Franz Kafka ve Albert Camus’dan etkilenmiş. Absürt ve sürreal atmosferleri, metaforik dili ile daha ilk okuduğunuzda Japonya’nın Kafka’sı ile tanıştığınızı anlıyorsunuz.
Köylülerin tuzağa düşürdüğü entelektüel!
Kumların Kadını’nda romanın ana karakteri (ilk okumada öyle sanıyoruz), şehirli ve entelektüel bir böcekbilimci olan Niki Jumpei. Aklınızın bir kenarında dursun: Literatüre geçecek bir keşif yapmak istiyor.
Bir gün nadir türler aramak üzere çıktığı gezide kaybolup, treni de kaçırınca köylülerin davetini kabul ediyor. Kapısında “Köyünü Sev” tabelası yazan bir yere götürülen Abe, bir kadının ‘çukur’daki evine ‘misafir’ ediliyor. Aslında köylülerin tuzağına düşüyor ve bu yeri sevmese de orayı terk edemiyor.
Bir gece kalmak için yanına yerleştirildiği kadının yanında bir yandan kum temizleyen bir yandan da kaçış planları yapan birine dönüşen Jumpei, hiç planlamadığı bir hayatın içine sıkışıp kalıyor.
Camus’un ‘Sisifos Söyleni’nde hatırlattığı cezaya benzer bir şekilde (kayayı dağın tepesine çıkarmak yerine çukurdan yukarı kum atarak) bir döngünün içinde giren kahramanımız, okurunu da Sartre’ın ‘absürt’ durumunun içine çekiyor.
Sel Yayınları’ndan Barış Bayıksel çevirisi ile okuduğum roman, varoluşçu felsefenin en iyi örneklerinden biri. Hayatın kaçınılmaz zorunlulukları, bireyin özgürlüğünü sınırlayan toplumsal baskılar, bizim büyük çaresizliğimiz: Jumpei’nin bir süre sonra çukurda kalmayı kabullenmesi, insanın kaçışsız bir dünyada anlam arayışı, kendini adadığı amaçların anlamsızlığı… Hepsi var bu romanda.
Üstelik yazar, sadece bireyin içsel çatışmalarını değil, aynı zamanda insanın çevresiyle olan ilişkisindeki tutsaklığı da çok iyi anlatıyor. Böylece insanın kontrol edemediği ve sürekli direnç göstermek zorunda kaldığı dinamikleri de hissediyorsunuz.
Zorunluluklar ve ikili tutsaklık
Şimdi gelelim kadına; kadın, isimsiz, bir özne bile değil. Kadın ancak bir ‘işlev’, bir ‘durum’ olarak var olabiliyor. Toplumsal rolü sabit: Evini temizle, hizmet et, boyun eğ.
Jumpei bu kadınla, kadın da bu adamla yaşamak zorunda: Sürekli kumları temizleyerek, arada sevişerek. Bir nevi ikili tutsaklık. Ancak en başta söyledim, bu yazıda Niki Jumpei’nin çukurda geçirdiği günleri, geceleri, bu süreçte yaşadığı psikolojik dönüşümleri, umutsuzluktan kabullenmeye uzanan çaresizliğini bir tarafa bırakıp, okur olarak bizimle hiç konuşmayan, iç dünyasını bize açmayan kadına odaklanacağız.
Bir noktada bu romanı kadın üzerinden okumaya mecbur da hissediyorum kendini; adı Kumların Kadını olan bir romanı sadece erkek karakter üzerinden okumak eksiklik olmaz mı? Buna feminist bir yorum da diyebilirsiniz, eşitlikçi de… Eğer durduğumuz yerden bakıyorsak, bence gayet gerçekçi.
Kadına odaklandığınızda göreceksiniz ki bu karakter, toplumsal baskıların, sınırlayıcı geleneklerin ve varoluş mücadelenin bir sembolü. Kocasını, çocuğunu kuma kurban vermiş bu kadının derdi zoru kum temizlemek. Zorunluluk, monotonluk, sonsuz bir döngü…
Kum, sürekli olarak evi tehdit ediyor, o ise bu tehdide karşı sürekli temizlik yaparak evi ‘ayakta’ tutuyor. Tam da bu noktada, günümüzde hâlâ kadınların geleneksel olarak ev ve iş dünyasında nasıl sınırlı rollerle tanımlandığını, bireysel varlıklarının çoğu zaman göz ardı edildiğini hatırlayabiliriz. Ya da kadınların amaçsız eylemleriyle sistemi nasıl ayakta tuttuklarını…
Kadının çukurun dışına çıkmaması, hatta çıkmayı istememesi içselleştirilmiş baskının en çarpıcı örneklerinden biri. O, içinde bulunduğu kısıtlı yaşamı ‘normal’ kabul ediyor. Bu bir boyun eğme değil, koşullarla kurulmuş derin bir uyum, hatta bir tür öğrenilmiş çaresizlik… Kadın, hem bir işçi, hem bir bakıcı, hem de zamanla bir cinsel nesne haline geliyor.
Roman boyunca kadının bedeni üzerinden yaşananlar, hâlâ doğurganlık, bakım ve cinsellik gibi rolleri yerine getirip getirmemesiyle ölçülen ‘kadınlık meselesi’ni düşündürtüyor. Kadının bedeni, romanda önce yardımcı, sonra bakıcı, ardından da cinsel partner olarak sunuluyor. Jumpei’nin kadınla kurduğu cinsel ilişki, kadının gerçek arzusu sorgulanmadan, neredeyse doğal bir ‘zorunluluk’ gibi anlatılıyor. Bu durum, kadın bedeninin patriyarkal söylemde hem hizmet hem haz nesnesi olmasının bir tür ifadesi.
Yaşama tutunmak: Teslimiyet mi?
Kadın, her şeye rağmen yaşamaya devam ediyor. Ne çukura isyan ediyor, ne köylülere, ne de Jumpei’ye. Bu bir teslimiyet mi? Sessiz bir direniş biçimi mi?
Roman Jumpei’nin bakış açısıyla ilerliyor. Kadının iç dünyasına dair bilgiler oldukça sınırla. O, anlatı boyunca hep başkasının gözünden tanımlanıyor ve kendi sesiyle konuşmuyor. Kadın sanki bir nesne. Sabırlı ve dirençli ama… Bazı feminist yorumlara göre, bu durum kadının patriyarkal sistem içinde geliştirdiği ‘stratejik varoluş biçimi’ olmalı.
Kadının kumla baş etme bilgisi, hayatta kalma becerisi, onu çukurun gerçek hâkimi haline getiriyor. Bu yönüyle kadın, erkeğin uyum sağlamaya çalıştığı sistemin doğal parçası.
Kimileri bunu ‘gizli iktidar’ kimileri ‘sistemin piyonu’ olarak okuyabilir. Ben kumların arasında varlığını sürdürmesini, baskıcı sistemlerde bile kadının kendine ait bir dünya kurma çabası olarak okudum.
Ayna ve radyo: Varoluşsal ihtiyaçlar
Romanda etkileyici bulduğum iki metafor var; ayna ve radyo. Kadın bunları istiyor. Bu istek, sadece fiziksel değil aynı zamanda duygusal ve varoluşsal ihtiyaçları da simgeliyor.
Fransız feminist kuramcı yazar Simone de Beauvoir, İkinci Cins adlı eserinde, kadınların toplum tarafından ‘öteki’ olarak konumlandırıldığını ve bu nedenle kendi kimliklerini ve özgürlüklerini gerçekleştirmekte zorlandıklarını belirtiyor. Kadının ayna ve radyo istemesi, bu noktada toplumsal olarak dayatılan rollerin dışına çıkma ve özne olma arzusunu ifade ediyor olmalı: Ayna, kadının kendi bedenini ve kimliğini yeniden keşfetme isteği, radyo ise sosyal bağ kurma arzusu.
Ayna, kadının toplumsal olarak dayatılan ‘kadınlık’ rollerine ve ‘güzellik’ kavramına gönderme gibi algılanabilir. Bu noktada Lacancı bir bakış açısına ihtiyacımız var: Öznenin kendi kimliğini tanımlamak ve kendini ötekiyle kıyaslayarak varlığını kabul ettirmek istediği ‘ayna evresi’ burada anlatılan.
Hiç olmamış gibi unutulan diğer kadın
Bu arada Kumların Kadını romanının başında, Jumpei'nin kaybolduğu fark edilince bir kadın karakterin -muhtemelen karısı- onu aradığını, kayıp ilanı verdiği kısa bir bölüm yer alıyor. Bu karakter, yalnızca romandaki çerçeve anlatının başında görünüyor, ardından Jumpei’nin zihninde, hatıralarında ya da düşüncelerinde neredeyse hiç yer bulmuyor.
İşte tam da bu eksiklik, çarpıcı bir ‘görünmezleştirme’ ve ataerkil temsil sorunu olarak okunamaz mı?
Kadın, erkek kahramanın dünyasından tamamen siliniyor. Romanın büyük bir kısmı Jumpei’nin iç dünyasına ve düşüncelerine odaklanıyor, ancak dikkat çekici biçimde, Jumpei bu süreçte geride bıraktığı kadını hatırlamıyor, onunla ilgili herhangi bir özlem ya da vicdan muhasebesi yaşamıyor.
Erkek-merkezli ve kadınsız dönüşüm
Kadın karakterin hiç hatırlanmaması, aslında Jumpei’nin dönüşümünün ne kadar bireyci, erkek-merkezli ve kadınsız inşa edildiğini göstermiyor mu?
Kobo Abe, bu romanında (bilinçli ya da bilinçsiz şekilde) kadını ataerkil yapıların merkezine yerleştiriyor ve bu yapının işleyişini çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Sonuç olarak Kobe Abe’nin bu romanını yalnızca (erkek) bireyin varoluşsal değil, aynı zamanda feminist bir alegori olarak da okuyabiliriz.
Sözü Kumların Kadını’ndan bir alıntı ile tamamlayalım:
“Sabit olarak bir yere yerleşmek, yaşam için mutlaka gerekli mi? Sabit yaşama bağlılık yüzünden çıkmıyor mu o çetin rekabetler?”
(NK/EMK)
Kumların Kadını - Kobo Abe / Monokl Kitap, İstanbul, 2017 / Çevirmen: Barış Bayıksel / Sayfa Sayısı: 184
Özgün Adı: Suna no Onna, 砂の女







