Bu hafta Agos' ta yayınlanan bir söyleşide Pakistanlı entelektüel Tarık Ali Kürt meselesinin geleceğiyle ilgili çeşitli yorumlarda bulundu. Bunlardan birisi de 'kültürel otonomi' kavramı. Kürt meselesinin tüm kilitlenmelere, tıkanmalarına ve kısır döngülerine rağmen, uzun vadede gelip dayanacağı noktanın 'kültürel otonomi' olacağını söylemiş Tarık Ali.
Geçtiğimiz hafta Türkiye'ye gelen Slovaj Žižek' de, kendisine yöneltilen bir soru üzerine benzer bir cevap vermişti: "Benim Kürt teröristler diye adlandırılan kişilere bir sempatim yok, ancak Türkiye'nin de onlara gerekli kültürel otonomiyi vermediğini düşünüyorum."
Bu bağlamda, bahsi sıkça geçen ancak farklı yorumları içeren 'kültürel otonomi' kavramını; bu kavramı ilk defa 1994'te İktisat dergisinde yazan Nail Satlıgan değişik bir açıdan yorumladı.
"Kürtler için de uygulanabilir"
Satlıgan, "94'te Türkiye'nin önündeki tek çözümün 'kültürel otonomi' olduğunu ilk defa kendisinin söylediğini "belirterek; bu kavramın Marksist hareket içinde yadırganan bir grup olan Avusturya Marksistlerinden Otto Bauer'in Lenin'le olan polemiklerinden sonra ortaya çıkan bir kavram olduğunu da ekledi.
Türkiye'deki sosyalist düşüncenin uzun yıllar bu düşünceye sıcak bakmamasının, faşizmi beslediğini düşünen Satlıgan; Bauer'in Orta Avrupa ve Balkanlar için önerdiği bu kavramın, Kürtler içinde uygulanabileceğini söyledi.
Ancak 'kültürel otonomi' verildiği takdirde, Kürtlerin bu kavramın pratiğini nasıl gerçekleştireceğinin henüz muğlak olduğuna da işaret etti. Bu da, Satlıgan'a göre aslında 'henüz bir bilim dili olmayan Kürtçe'nin Türkiye'nin Güneydoğusundaki üniversitelerinde mi, dereceli okullarında mı okutulacağına dair bir talebin olmadığı anlamına" geliyor.
"Çözüm entelektüellerin temsilci olmasında"
Hint asıllı yazar ve teorisyen Gayatri Chakravorty Spivak, “Ast Gruplar Konuşabilir mi?” adlı makalesinde, “Ast grupların ya da ezilen öznelerin sesini diriltmemizin imkansız olduğunu savunur. Madun edilmenin patriyarkiyle kesişmesi sonucunda, ast grupların konuşmasını mümkün olmayan bir hale getiren bu duruma bir çözüm olarak Spivak; entelektüellerin ‘temsilci’ konumuna getirilmesi gerektiğini savunur makalesinde.
Bu aynı zamanda, siyasal temsiliyet ve onun bir uzantısı olan kültürel hak ve kimlik talepleri kavramına, başka bir boyut daha katar:
"Ölü bir dili tekrar canlandırmak yerine; egemenin mevcut dilinin içinden konuşmak ve o dile kendi kültürel yaşantılarını katma yoluyla, o dile eklemlenmek. Bir başka deyişle, kendi dilinin hayaletlerine başka bir dilde gölge kazandırmak."
Özne olmak...
Hümanizmin yekpare öznesinin tersine Lacan, "öznenin kurulabilmesi için önce parçalanması gerektiğini" söyler. Konuşan özne, simgesel alanda yani dilsel alanda var olabilir, ancak ben kavramının oluşumu imgesel evreden geçtiği için, bütünlük ancak yanılsamayla mümkündür.
Bu noktada çocuğun kendisini ‘Öteki’ olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur. Bu da kendi kültürel dilinin ötesinde, bir başka dilin gerekliliğini zorunlu kılar ve aynı zamanda, özne olmanın bir gereği olan başka bir dile geçmek ve ana dilini terk etmek anlamına gelir.
Yazının ve sanatın içinde gerçekleşebilecek böyle bir ‘edebi temsiliyet’ kavramını, Kürt meselesi bağlamında bir kez daha düşündüğümüzde ‘kültürel otonomi’ kavramını sadece, kendi ana dilinde konuşma hakkı olarak ele almamak gerekir belki de. Kültürel yaşantı olarak, modernitenin her aşamasından geçmemiş bir dili ne pahasına olursa olsun, kısa vadede ve her türlü entelektüel çabadan uzak bir biçimde canlandırma çabası; o kültüre ve o kültürün insanlarına, kendi gölgelerini kazandırma çabası adına ne kadar fayda sağlayabilir?
Üstelik, kültürel bağlamda böyle bir karşılıklı dil, sanat ve entelektüel kirlenmenin yaşandığı bir dönemde; bir an durup düşünmek ve ‘tahayyül edilen bir kültür ve gelecek’ planını etraflıca gözden geçirmek ve tartışmak varken?
Başka bir dilde tekil söyleyişlerimizle anlam kazanmak
Bu açıdan, kültürel hak ve kültürel otonomi kavramını tek boyutlu düşünüp, bir açıdan ele almak yerine; henüz tamamlanmamış bir kültürel yetkinliğin gelecekteki ilerlemesi olarak bakmak gerekir. Lacan’ın özne olma aşamalarından biri olarak gerekli bulduğu ve büyüme evrelerinden biri olan; ana dilin terki ve simgesel alana geçiş, belki kişinin kendi ötekisiyle olan mücadelesini tamamlamasını da sağlayabilir.
Sonuçta, tekrar Spivak’ın “Ast gruplar konuşabilir mi?” makalesine dönersek; “eğer ezilen ya da madun edilen grupların kaybolmuş sesini diriltmemiz mümkün değilse”, temsilci konumuna gelmesi gereken entelektüellerin, ölü dillere hayat kazandırmak için başka alternatifler araması gerekebilir. Bu da ancak, daha önce söylediğim gibi, yıpratıcı bir ‘tahayyül edilen bir kültür ve gelecek’ planının yerine; egemenin dilinin içine eklemlenerek, o dilin içinden; kendi söyleyişlerimizle konuşmaktır. Böylelikle kendi dilimizin hayaletlerine, başka bir dilin içinde her biri diğerinden farklı olan tekil söyleyişlerimizle, gölge ve anlam kazandırabiliriz. (YK/NZ)